Ev Alfabesi-4

Şey: Eşya. Ne çok şey var ve şeyler, yani eşya üzerine ne şahane cümleler: ‘Eşyanın büyülü hüneri’ tespiti var örneğin, Funda Dörtkaş’ın. Özgür Taburoğlu’nun “Eşya, kendisine bakan, işiten, dokunanın muhayyilesinde yaratılan bir simya içerisinde canlılık kazanır” cümlesi. Hikmet Benol’un eşyada kaybolmak, onların içine düşme korkusu, ee tabii Oğuz Atay’ın buna taktığı sıfat, ‘eşya denizi’, ki orada boğulmak da var, boğulduğumuz gibi. Usta öykücümüz Behçet Çelik’in dikkatli saptaması var, “Öykücü az kelimeyle, az cümleyle çok şey ifade etmek istediğinde en önce eşyadan yardım alır.” Abdülhak Şinasi Hisar’da, Tuncay Birkan’ın demesiyle ‘yeni ve çirkin hayatımızın birer endeksi’ olan kaba ve bayağı mallara karşı, “odaların ötesinde berisinde, eski zamanın safvetli [Y1] ve güzel birçok eşyaları’nın ruhu, halet-i ruhiyesi var. Peki, Birkan’ın yazısında değindiği, “Bütün bu mütekait eşya nerede”dir? Çocukluğumuzun Hayat Mecmuası'ndan bildiğimiz, okuduğumuz ünlü röportajcı Hikmet Feridun Es’in saydığı eşyalar şunlar; konsollar, püsküllü, kadife kanepeler, uzun ot ve yastık minderleri, tavus tüyleri, sırt kaşağısı, ateş körüğü, kara ütüler, çocuk tandırı, sübekli iskemle, ders rahlesi, gaz ocakları… Sonra da bu tekaütlerin nereye gittiğini sorar. Belki eşyanın da devri daim hadisesi vardır, başka bir kılığa, ruha, şekle girip hayatımızdaki varlığını, bu hafif oldu, ağırlığını sürdürüyordur. İlki yaralar, ikincisi öldürür sözü gibi, ev çöker, eşya üstümüze kalır! Altında kalırız. Eşyanın altındayız. Tehdit altındayız, sular altındayız… Eşya üstümüzde hep! (Alıntılar Birikim’in Kasım 2019 tarihli 367. sayısındaki “Eşya bize ne anlatır?” dosyasından. Harika bir sayı, bulursunuz.) (Ş: Şiş-Şişe-Şark Köşesi-Şarkı-Şemsiye-Perişey[Y2] )

Tuzak: Ev deyince aklıma ilk gelen sözcük tuzak değil tabii, ama ikinci, üçüncü sözcük olabilir. Tıpkı K maddesinde yazdığım karanlık gibi. O karanlık Füruğ Ferruhzad’ın eviydi, tuzak ise Sami Baydar’ın evinde. Hayır, Samiciğime kıyamam, hiç öyle der miyim? Sık sık unuttuğuma bakmayın, hatırlamaya hiç ara vermediğimdendir. İnsanın Füruğ gibi karanlığı, Sami gibi arkadaşı olmalı. Onun çoğunun adında “Dünya” geçen anlatı ve şiir kitaplarında, eve dair çok şey vardır. Çok şey? En başta da “evin içi tuzaklarla doludur” dizesi ki yalnızca evi değil, insanı, başkasını, dünyayı, ezcümle içinde olduğumuz ya da iç içe olduğumuz ya da öyle sandığımız pek çok yerin, şeyin içyüzünü anlatır, ciğerini okur, öyle bir dizeötesi, dizeüstü. Labirent manifestosu. (T: Toz-Tuz-Teras-Tencere-Teldolap-Tarak-Tas-Tekke)

Uzak: “Gurbeti ben mi yarattım?”, bir erken dönem arabesk şarkıdır. Arabeskin arabesk olduğu, hatta bazılarına göre isyan koktuğu, isyanını ruhuna sardığı, kahırlı, acılı, ağır, koyu, tarazlı, genizden, mahalle pavyonu tavırlı… Hah buldum işte, tavırlı olduğu zamanlardan kalmadır. Bir nev’i, elektronik makyaj dönemi öncesi arabesk. Tanım biraz uzun oldu, uzun da sürdü ama bunca uzaklığı düşünürsek biraz uzun sürmesi de anlaşılabilir. Şarkılar gibi, sesler gibi, evlerin de birbirine dayandığı, yaslandığı, omuz omuza verdiği zamanlar gittikçe uzaklaşıyor, gözden kayboluyor. Son evler miydi yoksa onlar, “Son Kuşlar” gibi? Ne tuhaf, biz sokağa çıktıkça hayvanlar evlerinden, yurtlarından oluyorlar, biz evlerimize çekildikçe de onlar evlerine, yuvalarına, yurtlarına, sularına, göllerine, mavilerine, havalarına, yeşillerine dönüyorlar. Doğanın yakınlığı, dünyanın uzaklığı. Doğadaki yanyanalık, biraradalık, dünyadaki ıraklık, yabancılık. Doğal uyum, dünyevi uyumsuzluk. Doğanın dengesi, dünyanın kaosu… Ne aradığımızı bilmiyoruz belki, belki de aradığımız hiçbir şey yoktur, bildiğimiz bir şey de yoktur, fakat yaşadığımız bir şey vardır, uzaklık. “Bilmek, acıyı getirir daima”, Gülten Akın’ın sık ve sıkı dizesi bir daha. Bilmemek bir kez daha iyidir burada. Uzaklıkta yaşadığımızı, uzak düştüğümüzü ve uzak düşündüğümüzü bilmek ve bilerek yaşamak, bizi evden de, yuvadan da uzağa, gurbete salacaktır bir daha. Üstelik adı ‘asri’ye çıkmış bir gurbete, yabancılaşmaya. Yaban ellerden bile uzağa. (U: Ufuk)

Üşümek: “Ev biziz/en çok da üşürken birbirimize”. Ev üşümez, biz üşürüz, evi de biz üşütürüz. Evin soğukluğu da bizdendir, evin yüzünden düşen bin parça da, bizim yüzümüzden evin payına düşendir. Ev, günah keçisidir. Soğuğu, sıcağı, yanmayı, çok üşümeyi, çok üzülmeyi, çok pişman olmayı, her şeyi, evet her şeyi, hatta bütün çektiklerimizi, yapıp etmelerimizi evin üstüne, içine atabiliriz, atarız da. Kim bilir belki de ev, kuyudur. En eski, en derin, dipsiz ve kuru kuyu. Biz onun üstüne attıkça o da içine atar her şeyi. Ev, insan kuyusu. İnsan da insanın kuyusu. Ev, kabuğumuz belki de. “Üşümekten değil korku ısınır olmaktan”, Gülten Akın böyle der. Bazen kabuğumuz bile saklayamaz utancımızı. Eve yüzümüz kalmamıştır, üşürüz birbirimize ve ev soğur bizden, gönlü geçer, geçer… (Ü: Ütü-Üzgün)

Ve: (V: Vatan-Vestiyer-Veresiye-Vazife-Veda-Vaktikerahat-Vasiyet-Veraset-Varak-Vernik-Varyemez-Varsıl-Vefa-Vahşi-Vardiya-Variyet-Veranda-Vandal-Vargel-Vecibe-Vecize)

Yukardaki sözcüklerin her birini cümle içinde eve bağlamayı deneyeceğim:

♦ Ne vatan herkese ev olur ne de ev herkesin vatanı.
♦ Eve girerken sözcükleri vestiyere bırakırız, sabah çıkarken alırız.
♦ Evde de her şey deftere yazılır, günü gelince veresiye defteri açılır.
♦ Ev, vazifedir: “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım”.
♦ Evlerle vedamız da vedaların yamanıdır Hocam Behçet, “Evlerle savaşımız savaşların çetini”.
♦ Vaktikerahat, yalnızca güneşin değil evin de doğuş, batış ve ‘tam tepede’ olduğu vakittir!
♦ Vasiyet, büyük ikramiyenin çekileceği anın coşkusuyla yaşanır evlerde!
♦ Veraset, evin kıymete binmesi midir yoksa iflas etmesi mi, bilemedim!
♦ Varaklı koltuk, ayna, çerçeve, boy aynası, evlerin altın tozuna bulanmasıdır, şanıdır!
♦ Bir vernik atsak şu sözcüklerin üstüne, bak mutluluğumuz nasıl da parlar evde!
♦ Varyemezin bir evi varmış, ölünce veryemez olmuş, kimseye yar olmamış!
♦ Varsılın evi varsa, yoksulun yeryüzü var!
♦ Vefa bir semt adı deyip geçmeyin, o semtte bir eviniz, bahçeniz olsun ki siz de vefalı olun!
♦ Vahşi evler de var, başka evlere saldıran, kendisine ev demeyen, evi küçük gören…
♦ Evlerdeki vardiya da hiç bitmez, ev de bir aile fabrikası!
♦ Veranda koymuşlar hayatın adını. Evin ikinci hayatı. Sundurma da denir açıkhava sözlüğünde.
♦ Vargel: Bir makinanın bir doğrultuda gidip gelerek işleyen parçası. Ev makinası. Ev de vargel.
♦ Ev de yerine getirilmesi gereken hayati vecibelerin en başında ve en sonunda gelir.
♦ Ev üstüne söylenecek en veciz şey, olsa olsa vecizevdir!
♦ İki sözcüğü de size bıraktım, lütfen bulun, cümle içinde kullanın!
♦ Bu maddenin başlığı niye mi Ve? Eve bir de tersinden bakalım diye!

Yarbahçe: Evin bir adı da Yarbahçe. Denilebilir ki Nar’dan mülhem Yar, Narbahçe’den mülhem Yarbahçe. Elverir. Kış gelince karbahçe, baharda baharbahçe, yazın yazbahçe ama uyaklı olsun diye, harbahçe, ki böylece sıcağı da duyursun, güzbahçe, uyaklı olsun diye sonbaharbahçe… Bahçe böyle bahçe olur, derinleşir, genişler, herkese her şeye yer verir. Bahçe kapısı da dergah kapısı gibi olur. Dergahımız ümitsizlik kapısı değildir, açık olur, genç olur, yeşil olur. Hıdrellezde gidilemeyen su kıyıları, derebeysiz dereboyları, salkımsöğütler, üçfidanlar, narağacına dönüşesi darağaçları, “mahsusmahal derler kaldım zindanda” deyip, “kalırım kalırım dostlar yandadır” diye haber veren Ruhi Su’nun o karanlıkta, zulümde, kırımda, kıyımda, işkencede bile, ‘öfkesi kında’ aklı ve umudu gelen gündedir: “Dirliğim düzenim dermanım canım/solum sol tarafım imanım dinim/benim beyaz unum ak güvercinim /bilirim bilirim kardeş gelen gündedir.” Yarbahçe, yaraların sarıldığı bahçe. “Yar yar seni kara saplı bir bıçak gibi/sineme sapladılar” heyheylenmesi de olur ama “Önde zeytin ağaçları arkasında yar” vardır, unutulmasındır. Yarın varlığı, yarının da umudu, güzelbahçesidir.

Narlık ve yarlık, varlık hallerine sayılır. Varlığı çoğaltmaya değil, hem niye çoğalsın ki zenginlik gibi, anlamlandırmaya, anlamlı kılmaya ilişkindir. Narın da çoğalması bereket için, farklılık için değil midir? Elhak Yarbahçe de çiçeği, çimeni, otu, yaprağı, dalı, meyveyi, cümle ağacı sineye sarar, hepsini kucaklar. Ağacın yoldaşı kuşlar. Yolkuşu. Dalkuşu, Kuşdalı. Geceleri sanırım ağaca kanat olurlar, başka bahçelere, hülyalara, rüyalara dalarlar. Ağaç gündüzleri çalışır, meyve verir, kuşlar konar, gölgesi sevilir, yaprağı öpülür, dalı kırılmaz ama… Geceleriyse ağacın çocukluk vaktidir. Yoldaşı, arkadaşı kuşlarla deli gönül gibi havalanır, “deli gönül hangi dala konarsın/ Senin tutunacak dalın mı kaldı?” diyen, Tahtakuşlar Köyü’nde uyuyan Ali Ekber Çiçek’e selam yollar gibi gönül yollar, dilek ağacı, özlem ağacı olur da gönül ağacı olmaz mı, o da kar toplar gibi gönül toplar! Yarbahçe gönül bahçesidir evin ve halbilir, haldenbilir, kıymetbilir, gönülbilir. Öyleyse bu bahsi kapatırken şöyle demek gerekir: Yar bir bahçedir! Bahçe yardır. Bağban ile Bahçeyar, halk takviminin birbirine yazdığı iki candır. “Canlar canını buldum/bu canım yağma olsun” diyen o Türkmen kocası Yunus’un gönüller yapmaya gelmesi gibi, yar da gönülden bahçeler yapmaya gelendir. Ev sıladır, yar, yuvadır. (Y: Yastık-Yorgan-Yatır-Yuva-Yaban)

Zulüm: İki elim kanda olsa, ev alfabesi bu maddeyle biterdi, yani zulümle. Niye? Rivayet muhtelif, Bayburtlu diyen var, Yozgatlı diyen var, Hakkarili diyen var, biz günahı söyleyenin boynuna diyerek, aslında herkesin bildiği şu olayı tekrar edelim. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ya da bir senfoni orkestrası Anadolu turnesinde Bayburt’a gelmiş, Bayburtlular da izlemeye gelmiş. Klasik eserler, Beethoven’den Wagner’e, Strauss’tan Chopin’e[Y3] , her neyse, icra edilmiş. Hemşerilerin damak tadına, kulak zevkine pek uymamış. Konser bitiminde de yurttaşlara sorulmuş, “Bayburt’a ilk kez senfoni geldi, dinlediniz, nasıl buldunuz, beğendiniz mi?’ ‘Beğendik, çok güzeldi, yine gelsinler, doyamadık valla!’ diyenler de olmuştur, ee ne de olsa devletin bir müziği! Fakat bir Bayburtlu dayanamamış, diyeceğini deyivermiş, “Vallahi beyim, Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi!” Uzattım. “İnsanın insana zulmünü, akrep yapmaz akrebe!” İnsanların evlere yaptığı zulüm, eziyetse hiç şimdiki kadar olmamıştı! Evlere çöktük hepimiz, evlerin boğazına çöktük, karabasan gibi üstlerine çöktük, her şey çökerken biz de evlerden aldık hıncımızı ve almaktayız. Tarihte, ilerde Covid-19 virüs salgını nedeniyle hemen tüm dünyada aylarca uygulanan karantina her anlamda ‘çöküş’ün ve ‘zulüm’ün günleri, dönemi olarak anılacaktır. Tanrım bu salgın daha fazla uzamadan, uzatmadan evleri bizden, zulmümüzden kurtar lütfen! Bu evlerin halsizliğidir, halsizlik halidir. Evin bize hali yoktur artık, bence göresi de yoktur. Evlerimizi evsizlere ver, onlar bizim kadar ağırlık yapmayacaktır emin ol! (Z: Zindan-Zengin-Zil-Zıbar!-Ziya Osman Saba)

YOK SADECE!

Yağmurun buğusu,
rüzgarın sonatı
ve kamerli gün batımlarının
aşkı nasıl yücelttiği
yok sadece!
Eşsiz bir manzaranın nefesi gibi
şiirlerle yangılanan
sevdalar yok!

Güneşin soluğu,
gökyüzünün bilgeliği
ve yılkı atlarının yelelerinden
şarkılanan özgürlük
yok sadece!
Bakire bir gül gibi
yüreklerde tomurcuklanan
düşler yok!

Varolmanın esrikliğiyle
söylenen yalanlar,
çöl çiçeklerinin sessizliğe gömdüğü
sırlar var.
Sadece onlarla paylaşılan
kırık hayatlar,
kitapları kadar yaraları olan
şairler var!

DİLEK GENEL