Olup bitenler belki ancak şöyle çözümlenebilir: Uzun süredir birileri şeyi şeyttiriyor ve bizler de bunları, yani şeyin nasıl şeyttirildiğini algılamaya çalışıyoruz. Bu şey de, AKP’dir. Ve bu şeye ister...

Olup bitenler belki ancak şöyle çözümlenebilir: Uzun süredir birileri şeyi şeyttiriyor ve bizler de bunları, yani şeyin nasıl şeyttirildiğini algılamaya çalışıyoruz. Bu şey de, AKP’dir. Ve bu şeye ister ‘A’nayasa ‘K’arşıtı ‘P’arti olarak AKP, isterseniz ‘A’skerlerin ‘K’apattıracağı ‘P’arti olarak AKP diyebilirsiniz, fark etmez. Ama diyalektik olarak bu şeyden başka bir şey daha var: Ona da şey, yani Derin Devlet filan deniyor.

Şey, yani derin devlet, Türkiye’de ancak “müesses nizam” (kurulu düzen) bağlamında, “şey” olmaktan çıkıp, somut bir anlam kazanabiliyor. 12 Eylülde bizim kuşağın devrimcileri TCK’nin eski ve ünlü 146. maddesine göre yargılanmıştı; bu madde müesses nizamı tagyir (başkalaştırma), tebdil (değiştirme) ve ilgaya (varlığını ortadan kaldırmaya) kalkışmayı bir suç olarak tanımlar ve bu suçun cezasının idam olduğunu söylerdi. AKP de müesses nizam’ın değiştirilmez kurallarını değiştirmeye tam teşebbüs ettiği iddiasıyla (ve dahi darbeye sebebiyet vermekle!) suçlanmıyor mu? Çünkü müesses nizam, ancak statükonun (mevcut durumun) muhafaza edilmesiyle ayakta kalabiliyor. Müesses nizamın, siyaset bilimindeki İngilizce “the establishment” kavramına denk düştüğü de söylenebilir. Aslında kısıtlayıcı ve otoriter siyasetleri temsil etmesinden ötürü pejoratif (kötüleyici) bir ima da taşıyan bu İngilizce kavram, geleneksel yönetici sınıf seçkinlerini ve bunların denetlediği toplumsal yapıları dile getiriyor. O halde soru şudur: Türkiye’de yönetici sınıf seçkinleri sadece Kemalistlerden mi ibarettir ve toplumsal yapıları denetleyen başka kuvvetler yok mudur?

Vardır! Çünkü bu sorunun cevabı kâğıt üzerindeki yasama, yürütme, yargı denilen kuvvetler arasındaki ayrılık prensibinin ötesinde, derininde bir düzlemde yatıyor. Türkiye’de rejimin “ayrı ve aykırı kuvvetler” üzerinde yükseldiği elbette bir vakıa. Her şeyden önce rejimde tartışılmaz ağırlığı olan silahlı kuvvetler var. Türkiye’de önemli siyasi dönemeçler hep askeri darbeler sayesinde alınmadı mı? Ayrıca rejime karakterini veren kapitalizmin belkemiğini oluşturan tekelci sermayenin tartışılmaz kuvveti ve kudreti var: Mesela, TÜSİAD. 12 Mart’ta devredeydi. 12 Eylül öncesinde sadece gazete ilanlarıyla bile hükümet düşürme gücüne sahipti. Unutmadık. İstanbul dukalığı diye bilinen bu tekelci sermaye, İslami sermaye denilen ve aslında kapitalizmin rasyonelleri bakımından hiçbir farkı olmayan rakip bir oluşumu hazmetmeye çalışıyor. Tabii bir de “dış kuvvet” var. Lafı dolandırmadan söylersek, bunun adı emperyalizm ve bu dışsal kuvvet aslında içsel bir kuvvet; çünkü Türkiye’de emperyalizm ve bilhassa ABD emperyalizmi içsel bir olgudur!

Şimdi sıkı durun, müsaadenizle, Türkiye siyasetinin yapısal çözümlemesine bir katkıda bulunacağım: Aslında eski ama rejim açısından “yeni” bir bileşen daha, çoktandır müesses nizamın bir parçası olmuştur: Tarikatlar. Özellikle Fethullah Gülen cemaatinin bürokrasideki etkisi ve örgütlenmesi, çuvala sığmayan bir mızraktır. Bu cemaatin emniyetteki gücü basında alenen dile getiriliyor; eğitim alanında sadece özel okullarda değil devlet okullarındaki kadrolaşması da biliniyor. Yani ne kadar Bakanlık varsa, hemen hepsinde bu cemaatin üyeleri kilit noktalarını çoktan tutmuşlardır. Ayrıca medyanın önemli bir kesimi bunların sözcüsüdür. Bu cemaatin gücü AKP’nin filan ötesinde, bizzat devlet bünyesindedir. Cumhuriyet ile birlikte, kâğıt üzerinde yasaklanan ve böylece “derin toplum” realitesine dönüşen tarikatlar, şimdi devletin derinliklerindedir. Dolayısıyla Türkiye’de “yönetici sınıf seçkinleri” sadece Kemalistlerden ibaret değildir ve artık toplumsal yapıları hem de devlet eliyle denetleyen “cemaat kuvvetleri” mevcuttur. Derin devlet, seksen küsur yıllık bir statükodur, tarikatçılık ise binlerce yıllık bir statüko… Yani bir bakıma, statüko statükoya karşıdır. Ve ikisi de değişime karşıdır. Kapitalizmin çıkarları söz konusu olduğunda ise, yine her ikisi bakımından her şey teferruattır. Sıralamaya gerek yok: İkisi de sendikalardan haz etmez, tersanedeki ölümlerle ilgilenmez, özgürlükleri sevmez, sadece serbest piyasayı ve sermayeyi sever. Yalan mı? Peki ya demokrasi, ya siyasi partiler? Bunlar maalesef zahiri kuvvetlerdir, yani temsili demokrasinin kimi zaman aktörleri, kimi zaman figüranları… Ortalıkta senaryolar dolaşıyor. Küçükken sinema perdesinde korkunç şeyler seyrettiğimizde, kendimizi avuturduk hani, “film icabı bunlar!” derdik. Şimdi de öyle gibi… AKP’nin başına gelenler işte bu yüzden, “film icabı”dır; çünkü o sadece bir “şey”dir, cemaatlerin ve İslami sermayenin şeyi; tıpkı CHP’nin de devletin şeyi olması gibi… Çünkü böyle bir kurguda demokrasi ancak müessesenin, pardon müesses nizamın bir ikramı olarak var olabilmektedir.

 Muhterem okur! Devam eden sağlık sorunlarım nedeniyle, sağlıklı çözümler üretme ve önerme gücüne henüz sahip değilim! Bencileyin durum ezcümle şöyledir: 12 Eylül mahkemelerinde hem ağabeyimiz ve sırdaşımız hem de avukatımız olan Mehdi Bektaş’a “ne olacak akıbetimiz?” diye her sorduğumuzda, “Bir şey olmaz” derdi ve eklerdi: “Bir şey olmaz, en fazla idam ederler!” Merak etmeyin, önümüzdeki günlerde de valla bir “şey” olmaz.