Geçen haftaki üzücü İzmir depreminden sonra “gazeteci ağlar mı, ağlamaz mı” tartışması başladı. Enkaz alanından ağlayarak haber sunan haberciler bu tartışmanın odağıydı. Bu konuda düşüncem şu: “Ağlayarak haber sunulmaz ama gazeteci haber sunarken ağlayabilir.” Burada bir nüans var. O da şu: Gazeteci duygulardan muaf bir yapay zekâ makinesi olmadığı için kimi zaman haber sunarken kendini tutamayabilir. Bunda bir tuhaflık yok. Ancak bunun bir norm haline gelmesi ya da daha sahici haber sunumu gibi algılanması sakıncalı. Çünkü gazetecinin işi duygu aktarmak değil haber yapmaktır. Yaptığınız haber okur veya izleyicide bir duygu yaratabilir, bu haberinizin başarısını bile gösterebilir ama doğrudan duygu aktarımı olan bir iş yapmak istiyorsanız, örneğin oyuncu olmayı deneyebilirsiniz.

Dolayısıyla gazetecinin kendini tutamayarak ağlaması bir iş kazası olarak görülmeli, eğer iyice ne dediği anlaşılmaz hale geldiyse yayın kesilmelidir. Bu ağlamanın sonradan “Muhabirimiz haber sunarken ağladı” diye pazarlanarak sunulması da artık başkalarının acılarından, acıklı bir reyting toplama çabası olarak değerlendirilebilir. Çünkü aslen bu bir yayın kazasıdır ve özür gerektirmese de bir parça “Duygularımıza hâkim olamadık” mahcubiyeti gerektirir. Ötesi artık reality şovdur.

Peki, ağlayarak haber sunulmaması gerektiği üzerine görüşlerim bu kadar netken, “haberlerin eskisi gibi dümdüz sunulamayacağını savunup durmam ne olacak” diye bir soru geldi aklıma. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun çelişkisi de bu oldu haliyle. Peki, niye?

HABER SONRASI GAZETECİLİK

22 Aralık 2019’da yine bu köşeden sormuştum: Haber sonrası gazeteciliğe hazır mıyız? Çünkü klasik haber formatıyla yazılmış ya da sunulmuş haberlerin sosyal medya akışında eskisi kadar dikkat çekmemesi, para ödeyip yayın satın almaya değer bulunmaması ve yapay zekâ tarafından bile yazılacak basitlikte kalması bunu dayatıyordu. Nitekim Harvard Shorenstein Merkezi Araştırmacısı Hossein Derakshan, “Gazetecilik ‘haber sonrası gazetecilik’ (post-news journalism) dediğim biçimde kendini yeniden keşfediyor” tespitinde bulunuyordu. Derakshan’a göre; “hikâyeleme tekniğiyle” yapılan haberler geleceğin habercilik formatı olarak önümüzde duruyordu. Bana göreyse; Hasan Minhaj’ın Netflix’te yaptığı, aralarda yaptığı esprilerle süslediği ancak asıl haberi de asla unutmadığı Patriot Act. şovu gibi örnekler de önemliydi.

ÇELİŞKİ NEREDE?

Şimdi bazılarımız diyebilir ki “Muhabirin ağlayarak haber sunması da böyle bir dikkat çekme çabası olarak değerlendirilemez mi? Çünkü daha geçen yıl bu köşede ‘güldürerek’ haber sunan birini gazeteciliğin geleceği diye övmüştün.” Cevabım hayır. Çünkü muhabirin ağlaması ya da ağlatması burada bir sonuç doğurmuyor. Bence muhabirlerin orada döktüğü gözyaşı, neden bu kadar etkisiz gazetecilik yapıyoruz diye dökülse çok daha anlamlı olabilir. Eğer bu ülkede etkili gazetecilik yapılabilseydi ya da etkili gazetecilik yapılmasına izin verilseydi belki de o binalar yıkılmazdı. Ancak depremden sonra bile kayıpları dramatize ederek yayın yapılmaya devam ediliyor. Hatta bazıları bunu “sahici” gazetecilik diye pazarlamaya çalışıyor. Aslen sahici gazetecilik, depremden önce şu kentimizde bu kadar hasarlı bina var, şu kadar binada izinsiz tadilatlarla kolonlar kesilmiş şeklinde olurdu. Haklısınız, bazen binası hasarlı diye haber yaptığınız insanlar bile size tepki gösterebilir. Ancak etkili gazetecilik de bu riskleri alarak yapılır.

Peki, gazetecilerin ağlayıp ağlamayacağını tartışırken basit sosyal medya kullanıcıları olarak sorumluluklarımızın farkında mıyız? Örneğin; çocuk haklarını zerre umursamadan depremden kurtulan çocukların fotoğraflarını boy boy paylaşırken hiç rahatsızlık duyuyor muyuz? Deprem bölgesinden gelen ve teyit etmeden alelacele paylaştığımız her bilginin büyük sonuçlar doğurabileceğine ilişkin kaygımız var mı? Yaşadığımız çağ bilginin yukarıdan aşağıya aktığı bir çağ değil. Gazetecileri eleştirme hakkımız olmakla beraber, 1 takipçimiz bile olsa kendimizin de bir mecra olduğunu unutmamak gerek. En basitinden “Deprem vergileri nerede?” sorusunu depremden sonra değil, depremden önce yeterince güçlü olarak sormadıysak hepimizin bir parça sorumluluğu var. Yöneticiler ve siyasetçiler kadar olmayabilir, gazeteciler kadar da olmayabilir ama bir parça var.