Klişe bir cümleyle başlamama izin verin: Geçen haftaya damgasını Time dergisinin kapağı vurdu.

Klişe bir cümleyle başlamama izin verin: Geçen haftaya damgasını Time dergisinin kapağı vurdu. Kollarını kavuşturmuş, bir alamete bakar gibi bakan Tayyip Bey fotosu üzerinde “Erdoğan’s Way/ Erdoğan’ın Yolu” yazmaktaydı.

“Erdoğan’ın Yolu ne ki? Erdoğan’ın yolu yol değil. Erdoğan’ın gözü göz değil. Baktığı yer bir alamet ve gittiği yol da kıyamet...” Gibisinden yorumlarla geçiştirebilirdik. Üstelik Tayyip Bey'in “Yok öyle 25 kuruşa simit” vecizesi ardından bizler de “Peki üç köfte beş kuruşa olur mu?” diye başlayıp Suriye politikasını hatırlatarak “Ya haci, Şam tatlı kaç para?” diye devam edebilirdik.

Ama kapaktaki bakışları hakikaten kaygılı değil miydi? Nitekim kendisi de “Bu fotoğrafı bulmak için epey eziyet çekmiş olmalılar” demek zorunda kaldı. Çünkü bir nevi kaderine de bakıyormuş havasında. Peki tamam, kadere inanmak onun fıtratında var. Ama bizleri de kaderine ortak edebilir mi? Yani politikada kadercilik nedir? Dün ile bugün noktalarından geçen çizgiyi yarına uzatmaktır. Yani, “Ne yapsan boş, yarının ‘böyle’ olacağı kaçınılmaz” dedirtmektir. Mesela 2023 projeksiyonuyla, ya da başkanlık rejimi tartışmasıyla, mevcut iktidar, gücüne güvenip kendisini bize kader diye tam da “böyle” dayatmıyor mu?

Ama ne demişler? “İnsan proje yapar kader gülermiş.” Bu söz mutlaka Başbakan’ın da aklına gelmiştir. Öyleyse Tayyipgillerin şunu bilmesinde fayda olabilir: Dün ile bugün noktalarından geçen çizgide yaratılacak nesnel ya da öznel kırılma bu kaderi pekâlâ değiştirebilir. Nesnel kırılmayı beklemek elbette işi oluruna bırakmak, kendiliğindencilik, ama muhtemel bir nesnel kırılma anında öznel bakımdan hazırlıklı olmak, işte bu da devrimciliktir. Devrimciler bu nedenle fal açmazlar, kadere inanmazlar, dün ile bugün arasındaki çizgideki kırılmanın nesnel ve öznel koşullarını irdelerler: Gelecek değerlendirmesi yaparlar.

Mesela dün 1980 Demirel ve Özal ikilisi 24 Ocak kararlarıyla neo-liberalizmin ilk noktasını koymuş, ikinci nokta 12 Eylül’den geçmiş ve şimdiki AKP programına uzanmıştır. Ciddi bir kırılma yoktur. Aynı doğrultudaki gidişat yarın da 12 Eylül’ün başka biçimlerde tekrarı olmak durumundadır. Tayyip Bey de kendi “kaderi”, yani yarınki nokta olarak 12 Eylül zihniyetinin gelecekteki türevi olan Başkanlık rejimini hedef alıyor! Elbette şu farkla ki, rejimin ideolojik formatını da değiştiriyor, devletin ideolojik aygıtlarında asker güçleri yerini cemaat güçlerine bırakıyor.

Tarihinde burjuva demokratik devrim yaşamamış bir ülkede, tekelci kapitalizmin gelişimiyle rejim düzleminde faşizmin, ama sömürge tipi bir faşizmin kurumsallaşması da adeta “kaderi” sayılmıştı. Dolayısıyla bu coğrafyada, en “ileri demokrasi” palavralarının atıldığı dönemlerde de görüldüğü üzere, faşizm zihniyeti ve uygulaması hiçbir zaman yok olmadı, yalnızca görece geri planlara geçti. Üzeri “başka tür uygulamalarla” kaplandı, sıvandı. (Mesela vakti zamanında DGM kalktı diye sevinenler dahi vardı, sonra ne oldu? Yerine Özel Yetkili Mahkemeler kuruldu.)

Ve çünkü yönetici sınıfların emperyalizmle ilişkileri hiç kopmadı. Türkiye burjuvazisi eksik sermaye birikimi nedeniyle hep dışarıya bağımlı hissetti kendisini ve bu bağımlılık özellikle küreselleşme koşullarında artık doğal bir hal aldı. Ve bu süreçte “demokrasi” denemeleri de ancak sömürge tipi bir özellik taşıdı ve asıl olarak emperyalist güçlerin ekseninde olduğu bir oligarşik yapı, müesses nizam ya da statüko denilen, baskı ve sömürüyü yeniden üreten “zirveyi” oluşturdu. Şimdi rejiminin “yenilenmesi” (ikinci cumhuriyet filan) işte bu oligarşinin, müesses nizamın küreselleşme koşullarında, Türkiye’ye has haliyle yenilenmesinden ibarettir...

Dediğim gibi bu gidişatı değiştirebilecek tek yol var. O da devrimcilik. Hayır, kısa sürede devrimin olmasından filan söz etmiyorum. Bu zaten mümkün değil. Ama devrimci bir direniş çizgisi, bu gidişatta sapmalara yol açabilir. Bu ise birleşik bir devrimci hareket yaratma yolunda ilerlemektir. Böyle bir tarz, hiç olmazsa karşı tarafın yoluna taş koyar, tekerine çomak sokar, yolundan sapıtır.

Erdoğan’ın gidişatı Amerikalıların dilinde Erdoğan’s Way şeklinde; bu neo-Osmanlıca’da Erdoğan’ın Tariki demek oluyor: Amerikan Tarikatçılığı!

Gelecek değerlendirmemizi ancak devrimci yoldan yapılabildiğimiz ölçüde geleceği de bir kader olmaktan çıkarabiliriz; bunu başardığımızda, Tayyip Beyler de, mesela Şam’ın bir “tatlı” olmadığını öğrenebilirler.