FrIda Kahlo’nun ünlü ‘Yaralı Geyik’ tablosunda, ilk bakışta bir geyik ve ona saplanan oklar yüreğimizi dağlar. Acı içinde kıvranan gözleri, şaşkınlık, telaş ve ölümün karanlığıyla bütünleşir adeta. Aldığı yaralara rağmen kaçmak ister. Sanki koşsa bedenine saplanan oklardan kurtulacaktır. Üstelik hemen arkasında deniz vardır. Masmavi, engin, bulutlarla bütünleşmiş bir deniz. Ama tenine o kadar ok saplanan birinin denize ulaşması imkansızdır. Geyikle yüzü birleşen Frida, acılar içinde ölüme koşarken yapraksız, dalsız ağaçların arasından geçerek ormanın içinde kaybolacaktır. Biz onun nasıl öleceğini asla görmeyiz. Önce tökezler, sonra bir kayanın dibinde hırıldar, ardından sonsuz karanlığın kendini içine almasını bekler belki de. Kim bilir?

Tıpkı yaşadığımız coğrafyada av mevsimi başlar başlamaz vurulacak kızıl geyikler gibi, onlar da bir kurşunun bedenini dağlamasıyla kuytuluğa sığınmaya çalışacak, ama incecik bacakları gövdesini taşıyamayınca ağlayarak, gözlerinden süzülen yaşlar yarasına merhem olmadan son nefesini verecekler.

Frida’nın tablosunda nasıl da kendisiyle bütünleşiyor geyik. Yaşadığı talihsiz kazanın ardından ıstıraplarla örülü yaşamında bir alan yaratıp olanca hüznünden arınmaya çalışıyor.

Oysa bizim ülkemizde kadınlar böyle istisnai kazalarla değil göz göre göre gelen öldürülmelerle yaşamdan koparılıyor. Üstelik utanmazca her cinayet hafifletici bir sebepmiş gibi aşk sözcüğüyle anılıyor: ‘Eski sevgili’, ‘eski koca’, ‘takıntılı aşık’. İyi de bu nasıl sevgi? Sevgi, öldürmek için değil yaşamak üzerine kurulu bir anlayış değil mi diyorsun, herifçioğlu bir başka sevdası olan tabancasını pantolonunun arkasında göstere göstere taşıyor. Ona aşılanan ahlak, ikiyüzlü bir anlayıştan ibaret. Her şeye muktedir olduğundan kadın bedenine de sahip. Evli olmasının, çoluk çocuğa karışmasının bir anlamı yok. Nasılsa bu düzende ‘yuva yıkan kadın’ sıfatını gerekirse ona nasıl yapıştıracağını çok iyi biliyor. Çünkü kendisine bahşedilen her şeye el uzatmaya yeterliliğim var inancı.

Hindistan’da küçücük çocuklara, gencecik kızlara saldırıp tecavüz eden kitleleri hatırlar mısınız? Kırk adamın her türlü pisliğine uğrayıp paramparça olmuş gövdeleri ağaca asılanları? Bu ülkede öldürülen her kadının ardından peşi sıra gelen cinayetlerin bu çarpık ruhtan ne farkı var? Üç gün sonra “evli olduğu halde bir adamla birlikte olan” denilecek nasılsa… “Evli olduğu halde bir genç kızın yakasına yapışan adam” denilmeyecek! “Gece gece minibüse yalnız binen kız” diye konuşacak birileri. “Evine gitmek için minibüse binen kadın” diye yazmayacak. “O saatte ne işi var sokakta?” sorusu meşrulaşacak. Çünkü katilini görünce çığlık atması tavsiye edilen, gülüşü ayıplanan, kocası vurduğunda sevdiği yemekleri yapması hatırlatılan anlayışla soluk alıp veriyoruz. Zaten İstanbul Sözleşmesi de aile yapısına aykırı. Peki kadınlar? Onlar? Öldürülebilir!

Murathan Mungan’ın ‘Taziye’, ‘Mahmut ile Yezida’ üçlemesinin son oyunu, ‘Geyikler Lanetler’de, bizlere doğu söylencelerini yeniden hatırlatır. Geyiğin lanetinden kurtuluşun olmadığını, geyiğin öldüğü yerde katilin de öleceğini söyler bize. Çünkü hayatımızdan geyikler ve lanetler kaldırıldığında geriye bir şey kalmaz. Zaten, “Bir tek zaman vardır Asya’da. Geniş zaman.” Geçmiş de gelecek de o geniş zamanda birleşiverir. Bir kavim dört kuşak boyunca atamaz laneti üzerinden.

Ey siz kadınları, geyikleri vuranlar… onların gözbebeklerinde, lanetindesiniz. Çünkü öldürülen Güldünya’yız, Özgecan’ız, Hazal’ız, hepimiz istisnasız. Bir gece kapısı zorlandığında kendini onuncu kattan atan Gülay Bursalı’yız, plazadan atılan Şule Çet’iz. Pınar Gültekin’iz hepimiz. Çünkü hep varız. Eti yakılana rüzgar, betona yağ, kurşun yarasına pansuman, morarmış göze merhem, kitlenmiş kapıya anahtarız. Yan yana durmayı gayet iyi biliyoruz. Laf yapan ağza tıpa, bakan göze kepenk, kötü söze cevap, karanlığa ışık olmayı da biliriz. Siz şimdilik kurumuş yüreklerinizle bağnazlığınıza devam edin!

Sadece o eski söylenceleri düşünün! Geyikleri düşünün, onların lanetlerini… şimdi bir de kadınlar ekleniyor ona… düşünün!