Ortada olmadı, kıyıda durmadı ama hiçbir şeye de kayıtsız kalmadı. Onun şiirindeki nice şeyden biri olan göz, hem de seyir içinse, duyularla kavranan bir şiir yazan Gülten Akın için kayıt da tüm duyuların toplandığı bir alan, bir olanak oldu

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Bize hep yeni şeyler söyleyen, görüneni, gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımızı, bizi sanki ilk kez görüyormuşuz gibi bir hayretle tanıştırarak dile getiren, zamanını, dilini, şiirini ve okuyanı yenileyen bir şair gidince, yalnızca okuduğumuz şiirleri duyup duyuranı mı, hayır, daha nice şeyi de yitiririz.

O nice şeyden biri gözdür, onun şiiri bizim gözümüzü açmıştır, gözümüze bakış kazandırmıştır, göz kavrayışının değerini anlatmış ve başka bir gözle görmemizi sağlamıştır. Öyle şairler göz kılavuzu olurlar okura. Gülten Akın’ın şiirine bir de bu gözle bakmalı, onun bize kazandırdığı gözle.

O nice şeyden biri de sözdür. Gözü canlandırmayı, onun bir deniz feneri gibi suyun yüzünü tararkenki görüntüsü nasıl insanın da içini aydınlatıyorsa, öyle geniş bakmayı, ihmal etmemeyi de bu şiirden öğrendik. Sözü yormamak, onu usul ama, yerine göre cüretkar, yerine göre dosdoğru, ve yerine göre gözünü kırpmadan söylemek de bu şiirin mayasında vardır. Gözünü kırpmadan söylemek, sözünü kırpmadan söylemek anlamına da gelir. Şiir onun için verilmiş bir ‘söz’dür, yazılı bir ‘söz’. Söz verdiği tek şey şiirdir. Sözün kıymetini bunca bilen pek az şairden biri olduğunu hiç unutmamalı. Belki de Gülten Akın’ı düşünerek, şiire bir tanım daha getirmeli: Şiir, sözün kıymetini bilmektir.

O nice şeyden biri duyuştur. Şiir, evet, duyuşun deyişe çevrilmesidir, ama duyuşun çevrilmesidir. Ve biz bir çok şeyi de Gülten Akın şiirinden duyduk. “Anneler olmasa kim kimi severdi” deyişinden duyduk örneğin oğlu öldürülmüş bir kadının sevgisini ve bir sevginin nasıl büyütülebileceğini, paylaşılabileceğini ve adları hem var hem yok çocuklara dek uzanabileceğini.

Şimdi yeni şeyler söylemek gerektiğini de onun yeni ‘Sözler’i söylemedi mi bize? Öyle sözlerdi ki çok dokundu hepimize. Dokunmaktı o nice şeyden biri de: “Bileğin diyorum/Sol bileğin/Yüzüme sürerdin/Vedalaşırdık”. Bu dokunaklıydı, ama “Damarın damarıma/Bana bıraktığın buydu” dizesinin nasıl dokunduğunu anlatmak olanaksızdı. Bizim için. O “Balina”nın şairiydi ve “Göğü gördüm imkana tutuldum düşü sevdim” demişti. İmkansız imkansız oluyordu bunu söylediğinde.

En başından bir ‘program’ı mı vardı ne? Nerdeyse ilk kitabının, Rüzgar Saati(1955), ilk şiirinin, “Kör Aynadan İnce Kıza”, ilk dizesinden, “Ben insanı tüm gösteren aynalardanım”, başlayarak kurmuş, oluşturmuştu şiirini. Sonra herkesin içinde “Kestim kara saçlarımı” demişti, o günlerde, 1960, bunu söylemek zaten her şeyle hesabı da kesmek demekti. İktidardan payını alan tüm yapılar, kapılar ve hatta sözcüklerle.

‘Hesabını kesmiş’ bir şiir: Yalnızca siyasal yöneliminden kalkarak, hiç kuşkusuz, şiirini de bunun erdemleriyle donatmıştır ama, hesap kesmeyi kavrayamayız. Öte yandan şiirin kendisi dışında, onunla, yani şiirle ilişkilendirilen her şeyle, tüm yapılarla da hesabını en başından kesmiştir. Kendini ‘şair geleneği’ne değil, ‘şiir geleneği’ne bağlamıştır. Bunca değerli oluşunda da bu geleneğin kanımca büyük payı vardır, şiirden gelmenin. Şiirden gelen şiire gider, şiirle gider, şiir olur gider. Gülten Akın: az şair, çok şiir. Büyük incelik. Ona verilen ‘Yaşayan En Büyük Türk Şairi’ unvanıyla bile ilgilenmeyecek kadar inceydi. Büyük olmayı kabullenemeyecek kadar inceydi.

Öyle bir yerde durmuştu ki hem herkes onu ‘içimizden biri’ sayıyor hem de aslında tanıma gelmediği için sayamıyordu. Şiirdeki tüm ayrımları geçersiz kılan ve aynı zamanda da onları tam olmaları gereken tanımlara kavuşturan bir şiiri ve bu şiirin sürekliliği vardır. O nerede ‘içimizden biri’ nerede ‘dışarlıklı’ olduğunu deneyimleyeli çok olmuştı, şiir kadar çok zaman önce bunları bir bir yaşamış, görmüş, duymuş ve yazmıştı. Yazdığı şiiri kendinde denemek diye bir şeyin var olduğunu biz onun şiirinde ve kişiliğinde gördük. Şiiri ve kişiliği dedim. Oysa çoktan ikisi birbirinin tanımı olmuştu bile. Bir şiirin kişiliği bunca belirgin ve öte yandan bunca saydam ve bunca sağlam nasıl olur? Suyu çift verilmiş mi demeli yoksa terzilerin elinden geçmiş bir suyla birlikte aktı şiiri mi?

Ortada olmadı, kıyıda durmadı ama hiçbir şeye de kayıtsız kalmadı. Onun şiirindeki nice şeyden biri olan göz, hem de seyir içinse, duyularla kavranan bir şiir yazan Gülten Akın için kayıt da tüm duyuların toplandığı bir alan, bir olanak oldu. Duygusal değil duyusal. Kalbiyle yazdığı şiirler çoğunluktadır ama duygusal şiiri hiç yoktur. Sanki bir ülkenin derinliğini, bir toprağın iyiliğini ve bir yolun enginliğini ölçüp, tartıp, düşünerek yazdı şiirini: “Adamın su gibi akanıdır Maraşlı” demek kolay mı? Ama hepsi de sonunda şiirin belleğinin geçerliliğini ve sürekliliğini gösterir. Bu bellekte kahramanlar varsa onlar sıradan oldukları için büyüktürler ve “destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”

Herkes onu ‘büyük’ şair sanıyor, oysa o büyüklüğü incelten bir şair, inceden şair, ince kız. Nasıl bir büyük incelikse, itiraz, red ve öfke bundan daha ince dile getirilemezdi ya da inceltilemezdi. Cemal Süreya’nın Turgut Uyar ve Edip Cansever’in ardından yazdığı şiirler geliyor aklıma. Edip Bey için “Yeşil ipek gömleğinin yakası/büyük zamana düşer/.../Her şeyin fazlası zararlıdır ya/fazla şiirden öldü Edip Cansever” dizeleriyle, Turgut Uyar için yazdığı “Öldüğü gün/hepimizi işten attılar” dizeleri. Nedense ikisi de Gülten Akın’a uyarlanabilirmiş gibi geliyor bana. Ve içimden de şöyle sürdürmek: “Sen gidince/inceldiğimiz yerden/koptuk hepimiz”. Sanırım bu ‘kopma’nın da tam zamanıydı.

Hepimizi gizli bir su gibi dolaşıyor şiirleri, etkisi de öyle. En azından 80’lerden bugüne şiir yazanlara bakıyorum, hepimiz ondan öyle etkilenmişiz ki etkilendiğimiz şairler arasında adını saymıyoruz. Çünkü bunun doğal bir şey olduğuna inanıyoruz. Ortak etki, doğal etki ya da doğal kaynak, doğal inanç. Onun şiirinin inceliğinin sadece bir ‘jest’ değil, aynı zamanda büyük bir ‘rest’ olduğuna dair inancımız da ortak ve doğal sanki.

Gülten Akın gibi bir şiirin, yazıyla değil, şiirle anılacağına hiç kuşku yok. “Şairler annesi Gülten Akın’a” adadığım “Düzşiir”in 1. bölümü onu düşünür: “Çocuklar düzyazı olmasın diye/anneler var/.../Anneler nar/çocuklar dağılmasın diye/.../Anneler büyümez ki çocuklar kadar/anneler şiir”, o anne de o şiir de Gülten Akın’dır. Onu bir ‘şiir burcu’ olarak anan Mahmut Temizyürek’e göre şair, “Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) geleneğinin modern temsilcisi’dir. Anacıl bir şiirdir, digerkamdır, ötekinin sesini kendi sesi kılmıştır.” Ötekinin ateşini kendi ateşi, ötekinin yangınını kendi yangını kıldığını da yeni ‘Sözler’iyle anlatmıştır: “Ben bu dünyanın Alevisi olmalıyım/ Yana yana tükenmediğime göre”.