Seçimler geçti ve bir haftalık koalisyon kurma telaşı da atlatıldı. Artık nur topu gibi muhafazakâr ve liberal demokrat bir hükümetimiz var.

Seçimler geçti ve bir haftalık koalisyon kurma telaşı da atlatıldı. Artık nur topu gibi muhafazakâr ve liberal demokrat bir hükümetimiz var. Nick Clegg ve Dave Cameron elele tutuşup Downing Street 10 numaranın bahçesinde ilan ettiler: Geçici heves değilmiş 5 yıl kesin kalacak bir birliktelikmiş aralarındaki. Hem liberal Nick hem de muhafazakâr Dave zengin aile çocukları. Papazın oğlu Gordon Brown’ı aralarına almak istemediler. O da küsüp gitti.
İşin komedisi bir yana, bu seçimler aslında otuz yıllık bir operasyonun son aşamasını işaret ediyor. İşçi Partisi için çalışan bir arkadaşım geçen gün İşçi Partisi hükümeti tarafından ısmarlanmış 3 raporun incelendiği bir yazı göndermiş. Londra Kitap Eleştiri dergisinde yayınlanmış Stefan Colini’nin yazısı raporları inceliyor.* Sonra dönüp raporları inceledim. Bu raporlar ‘yeni işçi partisi’ ya da daha açık söylemek gerekirse yeni muhafazakâr ideoloji ile bezenmiş bu 30 yıllık maceraya ışık tutuyor.
Bu 30 yıllık serüven boyunca ülke genelinde gelir eşitsizliği iyice bozulmuş. En yüksek gelirli yüzde onluk dilim, en düşük gelirli yüzde onluk dilimin 100 katı daha fazla kazanıyormuş. Ortalama gelir 21bin sterlin olarak hesaplanmış ve brüt geliriniz 42bin Sterlin’in üzerindeyse bu yüzde onluk elite dahil oluyorsunuz.
Bu eşitsiz gelir dağılımı meselesinde asıl çarpıcı olan ise İngiltere’nin bu konuda Avrupa’da tek örnek olması. 1930’lardan 1970’lerin sonuna kadar hükümetler bu gelir eşitsizliği meselesini azaltmaya çabaladılar ve başarılı da oldular. Avrupa genelinde en yoksul yüzde 10 ile en zengin yüzde 10 oranları genelde 6 ila 10 kat arası değişiyor. İngiltere’de yeni muhafazakâr devrime kadar benzer bir yerdeydi.
Amerika Brileşik Devletleri, Meksika ve Türkiye bu sıralamanın en altında yeralıyorlardı. Thatcher ve Yeni İşçi kılavuzluğundaki son otuz yıllık dönüşümle İngiltere bu ligde üst sıralara tırmanmış görünüyor. Ama yine de iyimser söylem -ya da yalan- devam ediyor: Yüksek düzey işlere daha çok yoksul kökenli kişiler gelebiliyor; yani toplumsal hareketlilik var diyorlar. Dolayısıyla eşitlik var.
Burada bahsedilen daha çok başvuru eşitliği. Yani British Petrol’e müdür olmak için herkes başvurabilir! O noktaya gelene kadar şansları çılgınca törpüleyen süreçlerden kimse bahsetmek istemiyor. Colini bunları eleştirirken aynen müdür örneğinde kullanabilieceğimiz bir noktaya işaret ediyor: Müdür olmak için düzgün konuşmanız, yol yordam, görgü sahibi olmanız lazım. Yoksul mahallelerde en kötü okullarda ve en kötü koşullarda yetişmiş birinin bunlara sahip olma ihtimali nedir sizce?
Yeni İşçi ideolojisi sadece eşit şans ve katılım şansında eşitlikten bahsederek hayatı lotarya haline getirmiş. Bireyleri, aileleri, grupları istatistiki birimlerden ibaret görürseniz ancak o zaman bunların tesadüfi numaralar tablosunda olduğu gibi eşit şansları olduğunu düşünebilirsiniz. Aksi takdirde Middlesborough ya da Gateshead çocukları kolay kolay o ‘CEO’ denilen adamlar klübüne giremez.
Gerçek olan tek şey şu: Muhafazakârlar ve Yeni İşçi iktidarlarıyla geçen son otuz yılda ortalama gelir sahibi çalışanların gelirleri neredeyse hiç değişmemiş. Buna karşılık aynı dönemde en büyük 350 firmanın CEO’larının kazançları neredeyse iki kat ve daha fazla artmış. Önümüzdeki beş yıllık garantili muhafazakâr-liberal ittifakında bu çarpık tablonun daha da can yakıcı hale gelmesinden başka ihtimal yok. Yeni başbakan Dave açıkça söylüyor. Bundan böyle ihtiyacı olanlar vakıflara gidecekler devlete değil. Yani sosyal devlet dönemi sona erecek dilencilik dönemi başlayacak.
Gordon Brown sadece başbakanlıktan değil İşçi Partisi’nin liderliğinden de istifa etti. Şimdi ortalık yangın yeri. Başkan adayları kürsüye çıkmaya başladılar bile. İlk aday Tony Blair’in prenslerinden eski dışişleri bakanı Miliband. Birkaç bakan daha var adaylar arasında. Zaten 13 yıllık işçi partisi iktidarı boyunca bakan olmayan kalmadı. Her bütçede harmanlana harmanlana en azından burada bir nebze eşitlik sağlandı.
15 yıldır muhafazakâr ‘yeni işçi’ ideolojisinin bayraktarlığını İşçi Partisi için misyon tamamlanmış görünüyor. En nihayetinde bu yenilenmeye çalışılan ya da yenilenen işçi artık İşçi Partisi yerine muhafazakâr ve liberallere oy vermeye başlamış. Bundan sonra iki yol var: Ya bir merkez sağ parti gibi yoluna devam edecek ve muhafazakârlardan daha iyi muhafazakârlık yapacağı iddiasıyla çırpınacak. Ya da bu saçmalığa bir son vererek geleneksel sosyalist değerler ve taleplerine geri dönecek. Birinci olasılıkla iktidar olma şansı yok. İkinci yolu tercih ederse o zaman krizin de yardımıyla yoksul, ezilen, dar gelirli, işsiz ya da çalışanlardan oluşan toplumun geniş bir kesimini ikna etme şansı daha yüksek.
Sonuçta seçimi kazandığı düşünülen muhafazakâr parti oy vermeyenleri de hesaba katarsak seçmenlerin sadece yüzde 20 kadarının destegini aldı. Halbuki sadece işsizler ve devlet yardımına muhtaç olanlar nüfusun yüzde 25’inden fazlasını oluşturuyor. Muhafazakâr hükümet bu sayının artmasına mutlaka katkıda bulunacaktır. Ancak sosyalist bir liderlik İşçi Partisini yeniden ait olduğu kitlelerin umudu yapabilir.
Tabii bu ikinci yolu önerirken İşçi Partisi delegeleri ve üyelerinin ‘yeni işçileşmemis’ ve sadece kandırılmış olduklarını varsayıyoruz. Yani bir sabah uyanacaklar ve aman allahım biz ne yaptık diyecekler. Sonra da gerçek işçi liderleri, sosyalistler yeniden meydanlara çıkacak. Çok iyimserim değil mi?
İyi pazarlar ve bol şanslar
* Stefan Collini, 8 Nisan 2010, “Blahspeak”, London
Review of Books, Cilt 32, No.7, sf.29-34.