Dino Buzzati’nin ‘Tatar Çölü’ romanında, askeri okuldan yeni mezun teğmen Giovanni Drago’nun eylül sabahı ilk görev yeri olan Kuzey Krallığı’nın sınırındaki Bastiani Kalesi’ne gidişi anlatılır. Drago’nun yaşamı, yaklaşık otuz yıl kalede kaldıktan sonra eve dönüş yolunda, bir han odasında son bulur. Aslında kaleye dört aylığına gelmiştir. Bir yanda dik kayalıklarla dağların, diğer yanda Kuzey Krallığı’na ait uçsuz bucaksız Tatar Çölü’nün yanı başında otuz yıl boyunca kuzeyden gelen düşmanı bekler. Ama bir türlü düşman gelmez. Bu can acıtıcı bekleyiş aslında hayatın insanı sınaması gibidir. Bir türlü umudu elinde tutamaz kişioğlu. Geçtiğimiz hafta “İnsan Hakları Günü” nedeniyle düzenlenen etkinliklerde de benzer bir duyguda yanıp kavruldum. “Bir gün mutlaka!” direnciyle geçip giden hayatlar, taziyeler içinde geçen ömürler… işte bütün bunlar, yaşam hakkının kutsallığını bir kez daha yüksek sesle vurgulamamızı sağlıyor. Ama o kadar!

Çok uzun yıllardır Türkiye’nin okuyan, anlayan insanlarının vicdanında kanayan bir yara: Failleri meçhul bırakılan siyasi cinayetler. Aileler eli erdiğince yakınını unutturmamaya çalışsa da, bireysel çaba ve etkinliklerin geniş kitlelere ulaşamadığı bir gerçek. Gerçekleştirilen anmaların da çoğu zaman, alışılageldik bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediği rahatlıkla gözlemlenebilir. Süreçte ailelerin çoğunlukla sonuçsuz bir hukuk mücadelesiyle karşılaştığını ve alanlarının daraldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesine acı deneyimden gelen ortaklığı yaşayanların ise bir araya gelip birbirlerinin yaralarını sardığını, dahası yine birbirlerinin yürüyen hukuk mücadelesine manevi destek olduğunu vurgulamak ise şaşırtıcı olmaz. Ne acı ki, adaletin sağlandığı ülkelerde ne faili meçhul cinayetler olur, ne de aileler kendilerinin ve toplumun yarasını sarmak için sürekli bedel ödemek durumunda kalır!

Aslında bütün siyasi cinayetler sonrasında yaşanan acılar birbirinin kopyası gibidir. Mesela bir panelde aynaya bakar gibi benzer konuşmaların içinden geçebilirler dinleyenler. Aileler ise adeta tek vücut olur. Kendisini bir başkasının gövdesinde görebilir çoğunlukla. Belki de bu yüzden süreçte kendini en yakın hissettiği yer bir başka yakınını kaybedenin omzudur. Tıpkı Dario Fo’nun bir oyunun adı gibi “Hepimizin Hikayesi Aynı”nın girdabından dışarı çıkılmaz. Süreçte aktarım mağdurun diliyle çoğalır. Salonlarda sesler yankılanır. Ama duyması gereken kulaklar onları duymaz. Görmesi gereken gözler görmez. Nitekim bu satırları yazarken Ankara’da JİTEM davasında bütün sanıklar beraat etti.

Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/ anımsamazlar geçtikleri yolları.” Ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Kazancakis’in o meşhur “Zorba” romanında hayattan beklentilerini olabildiğince azaltmış bir entelektüel bir süreliğine ruhunu dinlemek için Girit’e gider. Kendisine ait linyit kömürü madenleriyle cebelleşirken karşısına “Zorba” çıkar. Ve onun kulağına bir gün, “İnsan zorlayıcı olurken bir yanı zorba olmak istiyor, hayatı yaşamak istiyor kısacası...” sözünü fısıldar. Hayatı tüm iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamak kolay değildir. Bizim gibi ülkelerde ise yaşamak ve insanca yaşamayı savunmak ise bedel ödemekten geçer. Ne acı ki...