Adalet Bakanı, Türkiye’nin yanı başındaki yangınlara rağmen “huzur adası olma vasfını” koruduğunu ‘açıkladı’ geçenlerde. Belli ki pek inanarak, pek içten söylüyordu bunları. Ne de olsa “istikrar” ile “huzur” arasında doğru orantı vardı. Türkiye’nin ekonomik büyümesi bu “bilimsel ilişkinin” kanıtıydı! Ölüyorduk beşer onar ama olsun büyüyorduk, şehirlerimizde iç savaş manzaraları vardı ama dev köprüler yapıyorduk, hukuk devleti berhava olmuştu fakat Batılıları imrendirecek kadar kocaman “adalet sarayları” inşa ediyorduk. Huzur adamıza turist de gelmiyordu lakin dev tesislerimiz dillere destandı. Osmanlı’yı ihya etmeye çalışan iktidarın düşmanı çoktu, buna rağmen “altyapı - üst yapı yatırımları” hızla devam ediyordu!

“Huzur adası” olmak kolay değil tabi, önce adadakileri buranın ancak Saray yönetiminde huzurlu olabileceğine inandırmak gerek. “Altyapı” tam da bu işe yarıyor. Uzak-yakın tarihi boyunca “medeniyeti” boy pos ile ölçme sevdasına kapılmış bir zihniyetin uygarlık seviyesini ve yaşam kalitesini salt köprülere, havaalanlarına, barajlara endekslemesi şaşırtıcı değil. Uygarlık dediğiniz şeyin o yatırımlar kadar hangi yatırımın öncelikli ve gerekli olduğunun demokratik usullerle tayin edilmesi olduğunu idrak etmenin çok uzağındayız. Yaşam alanlarının kentsel dönüşümden rövanşist projelere kadar farklı cephelerden yok edilmesine rıza gösterilmesi de bunu kanıtlıyor.

“Altyapı”nın bir de mecazi anlamı var tabi. Memleket şimdilik kağıt üstünde “laik” ama o “kağıt üstündeki” halden bile rahatsız olan “huzur adacılar” var. Sadece “yeni anayasada laiklik olmamalı” diyen Meclis Başkanını kastetmiyorum elbette. Kahraman kadar “kahraman” Yeni Şafak yazarı Karaman, laik düzende “Müslümanca” yaşamanın “zorluklarına” işaret ettiği yazısında birinci vazifenin bu düzeni değiştirmek olduğunu iddia ediyordu. Karaman, arzu ettiği değişimin salt iktidar eliyle, “tepeden” gerçekleşemeyeceğini, görevin “sivil faaliyetlere” ve bunlara arasındaki “diyaloga” kaldığını yazıyordu. Huzur adasının yöneticileri de bu durumun farkında olacak ki iktidarın ajandasında yer alan İslamileştirme projelerini “sivil faaliyetlerin mümessillerine” söyletiyor. “Tabanı dinlemek gerek” dendiğinde, o taban tesadüf bu ya yalnızca İslami dernekler ve vakıflardan oluşuyor.

Ensar’lı, Türkiye Gençlik Vakıf’lı çalıştaylardan hükümete sunulan reçeteleri “sivil faaliyetlerin başarısı” ve “demokrasinin gereği” olarak pazarlamak da huzur adasının politikacılarının işi. Son Tokat’ta şahit olduğumuz çalıştay ne ilk muhtemelen ne de son. Din eğitimini okul öncesine taşımak, değerler eğitimi altında İslami vakıflara yeni hareket ve rant alanları açmak ve İmam Hatipleri hem zorunlu hem de cazip bir seçenek kılmak bu projenin bir paçası. Uzun zamandır dile getirdiğimiz eğitimde taşerona devir operasyonu “teşkilatçı abiler” ve imamlarla tamamlanmak üzere. Muhafazakârlar, İslamlaştırma operasyonlarından hala öyle büyük heyecan duyuyorlar ki “elhamdülillah off-shore’cular”dan hesap sormayı akılarına dahi getiremiyorlar. “Üstyapı”da da “müteahhitler” çalışmaya devam ediyor. Meclis İç Tüzüğü’nü değiştirmek bunlardan biri. Böylece zaten torba yasalarla iğdiş edilen yasama süreci bir de muhalefet partilerinin yasa tasarısı üzerinde konuşma süreleri kısıtlanarak mevta haline getirilecek. Yüksek yargı düzenlemesi ise bildiğimiz hukuk devleti mekanizmasının son kalelerini düşürdü. “Huzur adasında” hukuk fakültelerinin bu değişime ses çıkardığı görülmedi. Baroların birçoğu yüksek yargıdaki tasfiye operasyonunu uzaktan izlemek ile yetindiler. İstikrarın huzurun teminatı olduğu ülkemizde doğaldır bunlar. Ne de olsa ne hukuk fakülteleri ne de barolar, gazeteciler, akademisyenler haksız bir biçimde tutuklanırken itiraz etmeyi düşündü. Ergenekon sanıklarının bir kısmı kadar değeri yoktu demek ki çatışmasızlık talep eden isimlerin.

“Huzur adasında”, şehit olanın yakınına ÖTV indirimi sağlayarak acıları dindirdiğini düşünen, önce İsrail’den Rusya’ya önüne geleni düşman ilan edip sonra çıkarları uğruna barışanlar “istikrar” deyip duruyor. Hadi o “huzur ve istikrarı”, 45 gündür kayıp olan Hurşit Külter’in ailesine soralım; Oruç tutmadığı için dayak yiyenlere soralım; Maraş’ta yanı başına mülteci kampı yapılan Alevilere soralım, 7 Hazirandan bu yana yakınını çatışmalarda kaybedenlere soralım; Kilis’te “düşen füzelerle” yaşamak zorunda kalanlara soralım; adliye koridorları ikinci adresi olanlara soralım. Burası “huzur adası” ise bizim “ada halkından” sayılmadığımız çok belli.