Şehir sosyolojisi çalışmaları bazen mekândan daha fazla kültür, kimlik ve siyasete odaklanır. Bu yönüyle şehirler, parçası oldukları sistemlere uyum ve aykırılık açısından önem kazanırlar. Erken Cumhuriyet döneminin iki şehri; Kastamonu ve Dersim’in kesişen hikâyeleri bunun bir örneğidir.

İskân Kanununda (1934) Kastamonu, Türk kültürlü nüfus bölgesi içinde yer alıyordu ve sistem için makul, Türk kültürlü olmayan nüfusun iskânı için de uygun bir şehirdi. Referansını da milli mücadelede cepheye en çok asker göndermiş ve en çok şehit vermiş olmasından almıştı.

Kastamonu’nun bu kimliğine vurgu Cumhuriyet kurucularının siyasi pratiklerini de etkilemişti. Atatürk, Şapka Kanunu gibi siyasi kararların bir kısmını ilan etmek için Kastamonu’yu seçmiş; ‘Meczuplar’la ilgili konuşmasını da yine burada yapmıştı. İnönü de Cumhurbaşkanı olunca ilk yurt gezisi için 6 Aralık 1938’de Kastamonu’yu tercih etmişti.

Her iki gezide de yerel aktörlerden birisi olan Kastamonu Ticaret Odası Başkanı Mehmet Rıza Saltuk, bir kolu Dersim Hozat’ta olan Sarı Saltık Ocağı mensubuydu. Köstence’den İstanbul’a gelmiş, Abdülhamit döneminde Kastamonu’ya sürgün edilmiş sıkı bir Türk milliyetçisiydi.

Dersim ise gerek Osmanlı ve gerekse erken Cumhuriyet’in resmi raporlarında inançsal-dilsel-kültürel farklılıkları ve asayişsizliğine vurgu yapılan bir çıban olarak tanımlanmıştı. İskân Kanununda Türk kültürlü olmayan yerler içerisinde mütalaa edilmiş ve sürgünden fiziki müdahaleye kadar birçok siyasi/askeri projenin muhatabı olmuştu.

Birbirinden farklı kimliklerle kodlanmış iki şehrin öykülerindeki kesişmeler modern milliliğin tezahür etme biçimleri açısından da ilgi çekicidir.

Tunceli Vilayeti’nin kuruluşu kanunu, sistemin Dersim’e müdahalesinin en kilit aşamasıdır. Bu müdahale için tam yetkili Vali olarak Kastamonu Taşköprü’lü bir general; Hüseyin Abdullah Alpdoğan görevlendirilmiştir. Görevi sırasında hazırlanan raporlarda bölgede diğer yatırımların yanı sıra yeterince okul ve yol olmamasını Dersimlilerin engellemesine bağlamıştır. Yol ve okul yapımının halk tarafından engellendiğine dair somut örnek olmasa da 1938’de bu kez başvekil Celal Bayar, aynı uydurma gerekçeleri ileri sürmüş ve sistem Dersim’e askeri müdahaleyi başlatmıştır. Bundan sonrası herkesin bildiği gibi on binlerin katli ve sürgünüdür.

Tesadüfe bakın ki aynı yıl (1938), Cumhurbaşkanı İnönü’nün, Kastamonu ziyaretinde yapılan şikâyet ve taleplerin konuları Dersim’dekilerle aynıdır: Bazı köylerde okul yoktur, bazılarında salgın hastalıklar vardır, bazıları aşırı fakirdir ve bazılarına da ulaşım imkânı yoktur. Dersim’de yeterince okul olmamasını askeri müdahale gerekçesi yapan Alpdoğan’ın dünyaya geldiği Taşköprü ilçesi Donalar Köyünde de o yıllarda henüz ilkokul yoktur. Ne garip!
Kastamonulu Alpdoğan’ın yönettiği Dersim tertelesinden kalan nüfusun bir bölümü de Türk kültürlü Kastamonu’da iskân edilmiştir. Hatta bir aile de Alpdoğan’ın köyüne yerleştirilmek istenmiş ve fakat muhtar tarafından engellenmiştir. Bu engellemede Alpdoğan’ın rolü olmuş mudur bilinmez ama yine sürgünle Kastamonu’ya gelmiş ve başka bir köy nüfusuna kayıtlı bir Kürt aile çobanlık yapmak üzere Donalar köyüne yerleşmiştir.

İçinde on binlerce ölüm ve sürgünün olduğu Dersim öyküleri Alpdoğan’ın peşini bırakmamış olmalı ki 1948 de kendi köyünde misafir olduğu evde iki askerin sabaha kadar nöbet tuttuğu bugün de hatırlanmaktadır. 1966’da İstanbul Kadıköy’deki evinde köylüleri tarafından ziyaret edildiğinde Dersimlilerin kendisini çok sevdiğini söylemesi ve Dersim’den getirdiği nesneleri göstermesi ise herhalde psikologların analizini gerektirir.

1938’de Kastamonu’nun pek çok köyüne zorunlu ikamete mecbur edilmiş Dersimli ailelerin anlatıları ise bu yazının hacmini aşacak kadar iki şehir arasındaki kesişmelere yüzlerce yeni örnek sunuyor.

Sanırım iki şehrin kültür-kimlik alanında kesişen hikâyelerine odaklanan bir Şehir Sosyolojisi, ülkenin her bir biriminin dil ve inançlarıyla kodlandığı büyük sosyolojik manzarayı anlamaya da ciddi bir imkân sağlayabilir.