Hepimiz biliyoruz ki iki Türkiye var: İlki, sermayenin ve artık bütünüyle AKP’lileşmiş olan bürokratik ve siyasi elitlerin yani “Sarayın” ülkesi, ikincisi ise gündelik yaşamını sürdürmek için akla karayı seçmek zorunda kalan “ötekilerin” ülkesi. Ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz derinleştikçe, sermaye ve siyasi elitlerin dünyası ile “ötekilerin” dünyası birbirinden net biçimde ayrışıyor.

İki Türkiye’nin gündemleri birbirinden çok başka. Sarayın, sermayenin ve AKP’lileşmiş bürokrasinin gündemine kısaca bir göz gezdirin. Batık 3 yandaş inşaat şirketi, halkın cebinden milyonlarca lira harcanarak kurtarılıyor. İktidara yakın Simit Sarayı, yine halkın parasıyla kurtarılacakken bu sefer halka “yakalanıyorlar”. Yeniden gündeme alınan Kanal İstanbul projesine, bu kriz koşullarında halkın cebinden ne kadar harcanacağını kestirmek bile güç. İnşaat rantı yaratmak için, pek çok yerde -sıkıntılarına rağmen- işleyen hastaneleri kapatıp, yerine alabildiğine hantal “Şehir Hastanelerini” yapıp, yalnızca bizleri değil, gelecek kuşakları dahi borç yükü altına soktular. Tüm bu keşmekeş içerisinde, yine bir başka dış politika “öngörüsüzlüğünün” bedelini memleket halkına ödetmek istiyorlar. Ülke ordusunu Libya’ya göndermek peşindeler. Batan yandaş şirketleri kurtarmak için kamunun parasına göz dikenler, bütçe tasarısında halkın adını bile geçirmiyorlar. Asgari ücret görüşmelerinde ise, utanmasalar işçilerin elindeki üç kuruş parayı da alacaklar!

TV’lerde her gün bir başka “muhafazakâr” ailenin lüks yaşamına tanıklık ediyoruz. AKP’lileşmiş bürokratik elitlerin “mütedeyyin” yaşamlarından kamuoyuna yansıyan “ufacık” zenginlik gösterileri! Çok şükür, çalışarak kazandılar. El kadar bebeklere tek taş yüzükler takmak da, ultra “ucube” mevlit merasimleri de onların hakkı. Popüler kültürün yeni özneleri, yükselen muhafazakârlar…

“Ötekilerin” gündeminde ise; işsizlik, borçluluk, geçim sıkıntısı, intiharlar var. Herkes, kredi kartı ya da kredi borcunu nasıl ödeyeceğini, nasıl iş bulacağını, yarını nasıl çıkaracağını düşünüyor. Yalnızca bugünü ya da kendisi için kaygılanmanın ötesinde, çocuğunun geleceğinden endişe ediyor. Çocuklarıyla birlikte intihar eden ya da en azından bunu düşünen ailelerin yaşadığı bir ülkeye dönüştük. Dile getirmesek bile, hepimiz yaşanan her şeyin farkındayız.

AKP de, iktidara gelirken “İki Türkiye’nin” hikâyesini anlatmıştı: Eski ve Yeni Türkiye. Eski Türkiye sermayenin, “vesayetçi” bürokrasinin, yenisi ise adalet, refah ve özgürlük vadeden İslamcıların, muhafazakârların ülkesiydi. İslamcı siyasetin taşıyıcıları, “kimsesizlerin kimsesi”, “Fırat’ın kıyısında kaybolan koyundan sorumlu” olacaklardı. Geçen 20 yılın ardından anlattıkları “Eski ve Yeni Türkiye” hikâyesinin, “ötekiler” açısından hiçbir fark yaratmadığı gün gibi ortada. Hatta, “Eski Türkiye’yi” mumla aratır oldular. Bugün, “ötekilerin” dünyasında yaşayan dindarlar bile “eskiyi” özlüyor. AKP’nin rant çarkına dahil olamamış ya da olmayı reddeden hemen herkesten, “En azından şunu yapmamışlardı”, “Bunun olmayacağını bilirdik” minvalinde sözler duyuyorsunuz.

Geçmişe duyulan bu “nostaljik” özlem, bugünün yoğun “hoşnutsuzluğunun” bir yansıması. 20 yıl öncesini bilmeyen gençlerin ise ne tutunabilecekleri bir geçmişi ne de umutla bakabilecekleri bir gelecekleri var. Bu sarmaldan çıkış, ancak nostaljik geçmiş ile geleceğe güvensizlik arasına sıkışmış “ötekilerin” umudunu örgütleyebilecek yeni bir siyaset anlayışından geçiyor.

Bizler, bu tarihsel sorumluluğun farkındayız. Bunu başarmak için her türlü riski üstleneceğiz, bunu başaracağız!