Birkaç gündür tartışılan ve “Lahika-1” denilen Genelkurmay “gizli planları” belli ki süregelen psikolojik savaşın bir parçası; hem “kaleme alanlar” hem “yayınlattıranlar” bakımından…

Birkaç gündür tartışılan ve “Lahika-1” denilen Genelkurmay “gizli planları” belli ki süregelen psikolojik savaşın bir parçası; hem “kaleme alanlar” hem “yayınlattıranlar” bakımından… Özellikle Genelkurmayın yaptığı açıklamada böyle bir belgenin varlığının reddedilmesinden ziyade bunun Komuta Kademesi tarafından onaylanmamış olduğunun öne çıkarılması, tartışmayı haliyle “anlamlı” bir boyuta yükseltti. Şimdi burada asıl sorun, böyle bir belgenin hazırlanmış olması ya da bunun Genelkurmayın “iç politikası” bakımından bir resmiyet taşımaması değil. Zaten bu tür girişimlerin vahameti gayri resmi olunca artar, yoksa bu tür çalışmalar pekâlâ “karargâh egzersizi” tabiriyle geçiştirilebilir, meşrulaştırılabilir. Ayrıca, teknik olarak “kurmay bakışı” denilen son hadise, tam da ordunun yüz elli yıldır sahip olduğu bir zihniyetin, kendine biçtiği bir misyonun da tezahürü… Modern anlamıyla artık “kanıksatılan” bir toplum mühendisliği… Her neyse, bu çift yönlü psikolojik savaşın marifetleri elbette masum işler değil. Bu yüzden, bu memleketin özgürlükçü devrimcileri geçmişte de şimdi de sadece darbelere filan değil, askeriyenin (ve elbette cemaatlerin) siyasete müdahalesine hep karşı çıktı. Malumun ilanıdır ama, ben bir kez daha vurgulayayım: “Faşizm çok ayıp bir şeydir!”

Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden ve Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden bu yana “ikili iktidar” sancısı yaşanıyor. Bunun bir yanında kurumsal ve simgesel olarak görünüşte elbette AKP bulunuyor. Ama son gelişmeler de gösteriyor ki, AKP, velev ki siyasal simge olsun, artık hakikaten sadece bir “araç”. Amma ve lakin asıl olarak kimin aracı? Geçen hafta işin “müesses nizam” boyutunu ele alırken bu sorunun cevabını da vermeye çalışmıştım: “Türkiye’de ‘yönetici sınıf seçkinleri’ sadece Kemalistlerden ibaret değildir ve artık toplumsal yapıları hem de devlet eliyle denetleyen ‘cemaat kuvvetleri’ mevcuttur. Derin devlet, seksen küsur yıllık bir statükodur, tarikatçılık ise bin yıllık bir statüko… Yani bir bakıma, statüko statükoya karşıdır. Ve ikisi de değişime karşıdır.”

Haydi bir ironi ile devam edeyim. Gülen cemaatinin yayınladığı ilk derginin adı neydi biliyor musunuz? Sızıntı! Pentagon’un Türkiye hakkında hazırlattığı son raporunda yer alan senaryolardan birinin adı da böyleydi: Siyasi İslam’ın sızıntısı… Bu minvalde, çoğumuzun aklından geçen bir şeyi, müesses nizamın muhkem kalesi orduya sızmış ‘cemaat kuvvetleri’ni, Murat Yetkin şöyle dile getirmişti: “TSK’ya yönelik kampanyanın, TSK bünyesinde yer alan unsurların, emir-komuta zinciri dışına çıkarak, belki TSK dışındaki aidiyetlerinin etkisiyle Komuta Kademesi’ne karşı harekete geçtikleri izlenimi doğmaya başladı. TSK bünyesinde bugüne kadar kimliklerini gizlemiş bazı subay, astsubayların, şimdi adeta intihar bombacıları gibi ellerine geçen her belgeyi, mesleki geleceklerini yakıp, yargılanmayı göze alarak patlattıkları anlaşılabiliyor.”

Burada bir parantez açıp şunu da söylemeliyim. “Genelkurmay planı” denilen metnin bir ayrıntısı epey ilgimi çekti. İddiaya göre bu planda Milli Güvenlik ders kitaplarının içeriğinin yeniden gözden geçirilmesi de istenmekteydi. Bunun üzerine merak edip liselerde okutulan Milli Güvenlik Bilgisi kitabına bir göz attım. Kitabın 105. sayfasında devrim yani inkılap aynen şöyle tanımlanıyordu: “Bir milletin sahip olduğu siyasi sosyal ve askeri alanlardaki kurumların devlet eliyle makul ve ölçülü metotlarla köklü bir şekilde değiştirilmesi…” Yahu, işte bu tanım bizim gibilerin sayfalar dolusu izah etmeye çalıştığı ve 1930’lara dek yaşanılan “tepeden devrim” sürecini, bir çırpıda ve dobra dobra özetlemiyor mu? Tepeden yani “devlet eliyle” köklü değişikliklerin yapılması! Belki de şimdi ders kitabındaki bu tanım “devlet eliyle köklü değişikliklerin önlenmesi” şeklinde değiştirilmek isteniyordur. Çünkü “inkılapçılar” aynı kurumları, yine “devlet eliyle” ama bu kez cemaat kuvvetlerine karşı “muhafaza” etmeye soyunmuştur! Tarihin bir cilvesi olarak, böylece iki zıt muhafazakâr kesim müesses nizamı (statükoyu) elde tutma ve ele geçirme kavgasında karşı karşıya gelmiştir. Öyleyse?

Sahi bir de AKP vardı değil mi? AKP, yani kısacası Tayyip Erdoğan baktı olmuyor, gücü (iki tarafa da!) yetmiyor, sadece “yola devam!” demekle yetiniyor. Aslında kendisi de farkında, gaza bassa gitmiyor, frene bassa durmuyor, elindeki direksiyon boşa dönüyor… Ama hâlâ arabayı (aracı!) sürüyormuş gibi yapıyor ve ha bire havalı kornaya basıyor. Oysa görünen tablo şöyle gibi… Psikolojik savaş filan diyoruz ya, demek ki bu araba da adeta uzaktan kumanda(n)lar ile yönetiliyor. Cemaatin elindeki kumanda AKP’nin güzergâhını belirliyor. (Bkz. Gülen- Gül karşısında Erdoğan’ın “ağlayan nar” kaderine terk edilmesi…) Öte yanda askeriyenin elinde  bir “jammer”, pat yargı devreye giriyor ve AKP aracının yolu değişiyor. Asker kumandayı ele geçirdi derken, bu sırada cemaat elinde bir başka “jammer” ile devreye giriyor ve bu kez kumandayı o bozuyor. Dolayısıyla AKP de işte böyle bir araç ve hiç masum değil! Kısacası bindirmişler hepimizi bir alamete gidiyoruz kıyamete… Bakalım bir erken seçimle filan düze çıkabilecek miyiz? Çünkü kıyamet alametleri epey fazla. Darbe, kaos, İran savaşı, ekonomik kriz… Bari kafiyeli bitireyim: Ne olacak bizim halimiz!