Milli para şu an itibariyle döviz rezervlerinin eksiye düşmesi nedeniyle savunmasızdır. Salt faiz silahı üzerinden TL’ye istikrar ve güven kazandırmak artık zordur; üstelik düşük faiz saplantısı gündemden kalkmış değildir. Aşınan güven, AKP’nin yerini alabilecek siyasi iktidar alternatifi bakımından “uluslararası mali sisteme sadakat” üzerinden kısa vadede sağlansa bile, bunun orta/uzun vadede sürdürülebilirliği olmayacaktır.

İktidar temerrüde düşerse

Temerrüt, borçlanılan edimin hukuka aykırı olarak zamanında yerine getirilmemesi durumudur. Kişileri, tüzel kişileri (şirketler, kooperatifler, hatta siyasi partiler, vb.) ve kamu tüzel kişilerini (devleti ve kurumlarını) kapsayabilir, uluslararası bir boyut (moratorium) da alabilir. Temerrüde düşmek genelde borçlular açısından geçerli olmakla birlikte, alacaklı açısından da, ödemeyi almakla birlikte bunun karşılığında gerçekleştirmesi gereken yükümlülüğünü yerine getirmezse ortaya çıkabilir. Bizim bu yazıdaki ilgi alanımız her ikisini de kapsayacak. Ama önce yaygın olarak kullanılan ilk anlamından başlayalım.

TCMB ASIL ŞİMDİ TEMERRÜDE DÜŞTÜ!

TC Merkez Bankası (TCMB) rezervlerinin (döviz artı altın) son üç yılda tamamen eritilip bugün 43 milyar dolar (salt döviz rezervleri açısından 60 küsur milyar dolar) eksiye düşmesi sonrasında, TCMB Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanının suskun kaldığı bir süreçte, AKP başkan yardımcılarından (ve eski bakan) Nurettin Canikli, kahramanca öne atılıp bazı açıklamalar yaptı. Açıklamasının can alıcı noktası, açık piyasa koşullarında ve dalgalı kur rejiminde MB’nın döviz talebine yanıt vermemesi yani döviz arz etmemesi durumunda, temerrüde düşmüş olacağı idi. Bu fikrini ileri sürerken, bu “gerçeği” bilmeden konuşanları da cahillikle suçlamaktan geri durmadı. CB Erdoğan da geçtiğimiz hafta hem Canikli’nin açıklamasına hem de TCMB Başkanının nihayet yaptığı açıklamaya dayanarak benzer ekonomik mecburiyetlerden bahsedip, muhalefeti cehaletle suçlayabildi. (Topa sonradan giren Hazine ve Maliye Bakanı Elvan da, 21 Şubat 2017’de TCMB ile Hazine Müsteşarlığı arasındaki bir protokole dayanarak savunma yapmaya kalkıştı. Ancak hem bu protokol sorunluydu, hem de zaten 2 Temmuz 2018 tarihli KHK ile Hazine Müsteşarlığı’nın lağvedilmesiyle hükümsüz kalmıştı!).

Burada Canikli’nin veya takipçilerinin “derin” ekonomi bilgisini veya yalpalamalarını sorgulayacak değiliz. Ama Canikli’nin bu açıklamasıyla kendi kendini fena halde kapana sıkıştırdığını söylemeden de edemeyiz. Eğer dediğini geçerli kabul edersek, o zaman tam da şimdi TCMB temerrüde düşmüş demektir; çünkü yeni döviz taleplerini karşılayacak tek senti kalmadığı gibi, net rezervlerini pozitife taşıyabilmek için dahi uzun yıllara ihtiyaç duyacaktır! Başka bir deyişle, TCMB kısa erimde döviz talebini karşılayabilmek adına orta/uzun erimde kendini bu “edimi” karşılayamaz duruma sokmuştur. Yoksa MB’nin görevi sadece kısa erimi kurtarmak mıdır? Uzun vadeyi planlaması yasak mıdır?

Bu saçmalığı sürdürmek gerekmiyor. Ama şunu eklemeden geçemeyiz: Net rezervlerin negatife düşmesi demek, ülkenin bütün dış ekonomik rasyolarının (döviz rezervlerinin kısa vadeli borçları, kısa dönem ithalatı vs. karşılama oranları) olumsuza dönmesi demektir. Bugün bir yılda vadesi gelen dış borç servislerinin 190 milyar dolar olduğu bir ülkede (ki buna 2021’de gene 30 milyar doları aşması beklenebilecek cari açıkları da eklemek gerekir), net rezervler eksideyken ne kadar zayıf duruma düşüldüğünü uzun uzun anlatmak gerekir mi? Yani Canikli’nin “TCMB’nin temerrüde düşmesi” diye yaptığı yanlış tanımdan daha cesametlisi karşımızdadır: Hazine’nin ve özel sektörün daha da büyük dış borcunu dikkate alırsak ülkenin dış borç ödeme temerrüdüne düşmesi olasılığı belirmiştir. Başka deyişle, dış kaynak girişleri durur hatta yavaşlarsa bir ödemeler dengesi krizi kapıdadır. Bunun arkasında da TCMB rezervlerinin sıfırın altına düşmesi önemli bir nedendir!

Aslında bu “tartışma” baştan hatalı bir aksiyom (belit) üzerine kurulmuştur. Önce doğrusunu yazalım: Dalgalı kur rejimlerinde merkez bankalarının döviz arzı yükümlülüğü yoktur; döviz talebine karşılık vermezse temerrüde falan da düşmez. Merkez bankalarının bir döviz kuru hedefi de yoktur zaten. Kurun fiyatı piyasada belirlenir ama açık piyasa koşullarında bulunulduğundan dış piyasanın baskıları, arbitraj işlemleri, spekülatif atakları her zaman hesaba katılmak zorundadır. Merkez bankalarının rezervleri, ne kadar hacimli olursa olsun, döviz kurunun yükselmesini tek başına durdurabilmek için yetersiz kalacaktır. Dolayısıyla temel yanlış, hem faizleri hem kuru düşük tutmaya yönelerek bu rezervlerin sorumsuzca kullanılması ve tüketilmesidir. Bunu kabul etmeden hiçbir tartışma anlamlı değildir. (Bu konuda bkz. Sol Gazete’de 2021 Mart başında yayımlanan söyleşimiz ile 23 Mart ve 20 Nisan 2021 tarihli yazılarımız).

Açık ekonomi koşullarında bir çevre ülke merkez bankasının milli parayı korumasının tek yolu olarak aslında faiz aracı kalmıştır. Gerçi bu da sınırsız olarak kullanılabilecek bir araç sayılamaz: Faizleri nereye kadar arttırabilirsiniz? Ama hiç kullanmadığınızda da, milli parayı savunmanın hiçbir aracı elinizde yok demektir. Kasım 2020’de rezervler iyice negatife düşüp de artık oradan müdahale imkânı kalmadığında, Naci Ağbal ile başlatılan yüksek faiz sıçramalarının nedeni buydu. Ağbal görevden alındıktan sonra dahi faizler indirilemediyse, gene sebebi budur. Elde başka araç kalmamıştır. Ama artık o aracın etkisi de çok aşınmıştır.

İKTİDARIN/DEVLETİN TEMERRÜDE DÜŞMESİ

Ekonomisini dış kaynaklarla çevirebilen bir ülke açısından yüksek faiz hadleriyle sıcak parayı çekebilmek, ancak çaresizlik koşullarında bir “avantaj” olarak görülebilir. Ama “avantaj” sanılan bu şey, kısa zamanda dışarıya kanamanın bir düzeneğine dönüşmekte gecikmez. Öte yandan içerde de farklı konumlanmalar ortaya çıkar: Yüksek faiz oranlarıyla döviz kurları baskılanabildiği sürece, döviz cinsinden yükümlülükleri yüksek olan sermaye kesimleri açısından (altyapı müteahhidleri, enerji yatırımcıları, vs.) bir rahatlama sağlanabilir ama bu geçici olacaktır. Kaldı ki TL cinsi yükümlülükleri ağırlıklı olan, yeni borçlanma ihtiyaçları olan ve ürünlerini düşük faiz hadlerinden daha iyi pazarlayabilen (konut, dayanıklı mallar) sermaye kesimleri ise faiz hadlerinin yükselmesini istemezler. Sermayenin bütün kesimleri açısından bakıldığında da, yüksek faizler yatırımlar üzerinde caydırıcı etki yaratır. İstihdamı ve ekonomik büyümeyi de olumsuz etkiler. Bunlar, aynı zamanda Erdoğan iktidarının da kâbuslarıdır.

Şimdi borçlunun temerrüde düşmesi konusunu bir kenara bırakalım; alacaklının temerrüdü meselesi, AKP’nin biçimlendirdiği devlet yapısında asıl sorunumuzdur.

Önce ekonomiyle ilişkisi kısmen doğrudan kısmen dolaylı olarak kurulabilen alandan başlayalım: Adalet ve Kalkınma Partisi adını alan siyasal hareket, milletten oy alabilmek için ortaya atttığı vaadlerin hiçbirini yerine getirmeyerek, hatta vaadlerinin tam tersini oluşturacak bir zemin yaratarak siyasi temerrüde düşmüş durumdadır: Yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele sözünü vererek iktidar olmuş, ama bu 3Y tam da onun uzun iktidar döneminde patlama yapmıştır. Kendi adını oluşturan terimler dahi bir aldatmacadan ibaret kalmıştır; “adalet”, hem bağımlı hem taraflıdır; “kalkınma”, istihdam yaratmayan bir dışa bağımlılık eksenindedir ve eğitim/sağlık ve tüm kamu hizmetlerini dinci idelojinin ve piyasanın emrine veren türdendir. Vergi yükümlülüğünü yerine getiren toplumun çok büyük kesiminin iktidardan talepleri bunlar değildir. Vatandaş vergi borcunu yerine getirmekte, AKP devleti hizmet yükümlülüğünü ya hiç yerine getirmemekte ya da -kendi yakın çevresi dahil- dar bir kesimin çıkarlarına yöneltmektedir. Bu, tam bir temerrüde düşme halidir. Yanıtının öncelikle siyaseten verilmesi gerekir. Hukuki yanıt da bunu izlemelidir.

Vergi-kamu hizmeti ilişkisi bakımından geçtiğimiz yıldan itibaren daha somut ve ölçülebilir durumlar söz konusudur aslında. Ekonomik ve pandemik kriz koşullarında, bütçe ve iç borçlanma olanaklarını, TCMB kısa vadeli avanslarını geniş kitleler lehine kullanmamak, devletin topluma karşı yükümlülüklerinden kaçması anlamındadır. Bir ek bütçe çıkarma yoluna giderek varlıklı kesimleri olağanüstü bir vergilemeye tabi tutmamak, gerekirse iç borçlanmanın büyümesini göze almamak, böylece çalışamadığı için yoksun duruma düşmüş kitlelere anlamlı gelir destekleri vermemek devletin temerrüde düşmesi demektir. Oysa devleti halkın karagün dostuna dönüştürmek hem Anayasanın “sosyal devlet” ilkesinin karşılığıdır hem de topluma karşı yazılı olmayan siyasi/ahlaki yükümlülükler kapsamındadır.

Bu yükümlülüğü sadece dar sermaye çıkarları lehine kullanmak, bir sermaye iktidarının sıradan bir tercihi sorunu değildir, halka karşı işlenen bir suçtur. Bu nedenle, gelişmiş kapitalist ülkelerde, toplumun ve ekonominin baskısını hafifletmenin yolu gelir transferleri üzerinden bulunmaya çalışılmıştır. AKP iktidarı ise bu yolu yalanlarla ve baskılarla tıkayarak, sorumluluktan kaçmaya çalışmıştır. Dünyanın nüfus başına en çok Covid-19 vakası şampiyonu olan ülke, aynı zamanda dünyanın halkına en az sosyal transfer yapan ülkesi olabilmiştir. Bu sorumsuzluğun bir bedeli olmak zorundadır.

AKP iktidarının “sosyal yardımlar” olarak sınıflandırdığı harcamaların büyük bölümü İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) üzerinden yapılmıştır. Kalan bölümü de gene bir başka fonun, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu üzerindendir. İSF›nin İşsizlik Ödenekleri, geçen yıldan itibaren uygulanan “işten çıkarma yasağı” üzerinden sınırlanırken, yerine daha düşük ödemelerle durumun kurtarılacağı Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve Nakdi Ücret Ödemesi (ücretsiz izin) geçirilmiştir (KÇÖ dahi Mart 2021’de bitirilecekken işveren ve işçi tepkileriyle Haziran’a uzatılmıştır). Oysa İSF, bir sosyal sigorta fonudur; işleyiş mantığı, olağan dönemde sigortalılar adına kaynak toplamak, olağanüstü dönemde kaynaklarını sigortalılar lehine harcamaktır. Buna uymak bir yükümlülüktür; uymamak ise temerrüde düşmektir. İSF’yi yöneten iktidar, bu Fonu da yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düşürmüştür. Fon kaynaklarını Hazine’nin düşük maliyetli borçlanmasına veya sermayenin emrine tahsis etmek, üstelik emekçilerin feryat ettiği bugünlerde bile bu öncelikleri değiştirmemek, Fonun yükümlülüklerini yerine getirmekten siyasi iktidar eliyle alıkonulması anlamındadır. İşçinin fonunun gaspedilmesi sadece bu Fonun temerrüde düşürülmesi değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir suç işlenmesi anlamındadır.

SONUÇ: 128 MİLYAR NASIL TARTIŞILMALI?

“128 milyar dolar nerede” tartışmasına yeniden girecek değiliz; yukarıda andığımız söyleşimizde Mart başında yeterince girmiştik. Ayrıca, CHP’nin “128 milyar dolar nerede?” kampanyası tutmuş ve halka mal olmuştur. Bu bakımdan başarısı tartışma dışıdır.

Ama şimdi, hiç olmazsa izlelenecek ekonomik politikaların içe dönük yüzünde rezerv tartışmalarını daha eleştirel bir noktada sürdürmeyi sağlayabilmek gerekiyor. Bu da, “biz gelirsek sistemin kurallarına tam uyarak, uluslararası mali sisteme güven vererek sorunu çözeriz” yaklaşımını çok aşan bir noktada olabilmelidir. Döviz rezervlerini yeniden makul düzeylere çekmek bile oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Örneğin «makul düzeyi» net rezervleri hiç olmazsa kısa vadeli dış borçların yarısı düzeyine çıkarmak olarak tanımlarsak, bugün eksi 43 milyar dolarlık düzeyin artı 65 milyar dolar gibi bir düzeye çıkarılmasından bahsediyoruz demektir. Bu da -yeni yükümlülüklere girmeden- 100 küsur milyar dolarlık bir rezerv biriktirme zorunluluğu olarak karşımıza çıkar ki bunun oluşturulması uzun yıllar alacaktır. Mevcut iktidarın ülkeye maliyeti bu denli ağırdır; sadece 19 yıllık iktidar dönemini değil, ülkenin geleceğini de bağlamıştır.

Milli para şu an itibariyle döviz rezervlerinin eksiye düşmesi nedeniyle savunmasızdır. Salt faiz silahı üzerinden TL’ye istikrar ve güven kazandırmak artık zordur; üstelik düşük faiz saplantısı gündemden kalkmış değildir. Aşınan güven, AKP’nin yerini alabilecek siyasi iktidar alternatifi bakımından “uluslararası mali sisteme sadakat” üzerinden kısa vadede sağlansa bile, bunun orta/uzun vadede sürdürülebilirliği olmayacaktır. Ya AKP’nin yaptığı gibi ekonominin ve dış politikanın dışa bağımlılığını pekiştirmek ve ülke varlıklarını gözükara pazarlamak üzerinden yeni mali olanaklar yaratılmaya çalışılacak, ya da Türkiye’nin uluslararası mali/ekonomik angajmanları gözden geçirilecektir. Türkiye aslında bu kavşak noktasına gelmiştir; başka deyişle bu ikinci yola ergeç mecbur kalacaktır. Bütün mesele, mecbur kalmadan ve bir siyasi meydan okuma olarak buna girişebilmektir.