Basın özgürlüğünün ruhuna Fatiha okunduğu şu günlerde

Basın özgürlüğünün ruhuna Fatiha okunduğu şu günlerde, tam yerine denk geldi, BirGün gazetesi de nasibine düşeni aldı. Biliyorsunuzdur, Kandil röportajı gerekçesiyle Hakan Tahmaz’a hapis, sorumlu müdürümüz İbo Çeşmecioğlu’na da 16 bin liralık para cezası geldi. Gazetemizin, fiili unvanı “her sorunundan sorumlu şeyi” diğer İbo’su (Aydın) ise tweetter’ında şöyle yakınmaktaydı:

“Fakiri döveceğinize elbisesini yırtın diye bir deyim var. Bu durum bize çok uyuyor. Para cezası yerine hapis cezasını yeğlerdik.”

Eminim, hapis cezası yerine para cezası alsaydı, Hakan da böyle derdi! Çünkü bizim cenahta derhal cebe gidecek pamuk eller de yok ki, mübareklerin çoğu nasırlı...

***

Muhaliflik elbette her dönemde zordur. Hele bir de solcu muhalifsen, bu da yetmedi devrimci bir muhalifsen vay haline... Çünkü devrimciyim dediğin anda itiraz çıtan devrime dek yükselmiştir.  Ve devrim ise bedeli, her neyse o, ödenerek yapılabilen bir insanlık işidir...

Diyelim ki, memlekette hakikaten en ilerisinden burjuva demokrasisi var;  yani, “Seçimlere katıl, yarış, gazeteni yayınla kendini ifade et, inandırıcı olursan kazanırsın!” İyi de, mesela en son şu 16 bin lira başka gazeteler için çıtır çerez parası, bizim için durum belli; bağımsız aday olayım desen, bunun da “ücretini” 400 liradan 7 bin liraya çıkarmışlar. Öte yandan, faşizm altındaysan zaten vur emriyle aranmaktasındır... Siyaset de muhalefet de yeraltından ve vuruşa vuruşa yapılabilir ancak...  Ama yine de, birincisi yani “demokrasi” dedikleri kuştur, faşizm diye bildiğimiz ikincisi devedir... Şimdi ise karşımızda ne kuş ne deve olan bir “şey” var... Demokrasi dediklerinin ilerisiyle gerisiyle alakası yok. “Faşizm işte budur” diyenleri de, “Ne faşizmi? İşte seçimler var” filan diye susturuyorlar... Tam bir “devekuşu rejimi” yani... Absürt bir rejim...

Hem şimdiki iktidar da seçimleri hep “kazanıyor”; çünkü seçmen çoğunluğunun gözünde inandırıcı, ikna edici bir konumdadır. Çünkü... Müslim’in kelime anlamının “teslim” olduğu gerçeğini hayata geçirmiş, teslim olmaya gönüllü olan çoğunluğu teslim almış haldedir. İdeolojik hegemonyasını, bu şekilde, külliyen dinsel ikna aygıtlarıyla kurmuştur; “Cemaat örgütü” denilen, şeffaf olmadığını herkesin kabul ettiği, yani öyleyse gizli olan bir örgüt, aleni aygıtların (polis, yargı, medya vesaire) büyük bir kısmını ele geçirmiştir... Öyle bir düzen ki imam hapşırınca cemaat nezle olmaktadır...

Eee? Şimdi buna karşı nasıl mücadele edeceksin? Göstermelik de olsa demokrasi koşullarının bir raconu var, hukuku var... Şimdi bunlar da yok... Harbiden faşizm olan ortamın da kendi muhalefet tarzı var... Ama bu iktidara karşı? “Bir şey yapmalı” demekten öte ne yapmalı?

Tamam, önce korkuttular... Bu korkuyla epey sindirdiler. Sonra en azından memleketin bir kısım insanı bakımından bu korku eşiği de aşıldı... Lakin şimdi de korkudan değil şaşkınlıktan dumura uğramış olanlar peydahlandı. Bunların zavallı örnekleri elbette liberaller: Hâlâ “kaka işleri Devlet yapıyor, cici işleri Hükümet yapıyor” deyip zevahiri kurtarma peşindeler.

Gözümüzün önünde cereyan eden tuhaflıkları algılayabilmek için ilk akla gelen elbette komplo teorileri... “Hımm.... Böyle böyle yapıyorlar... Bilerek böyle bir saçmalık olmayacağına göre demek ki, bunun ardında şöyle şöyle niyetleri var!” deyip bir izah bulmak mümkün... Kim bilir, belki hakikaten orta yerde komplo teorisi de değil, komploculuğun pratiği vardır, hukuk filan kılıfı altında...

Ama belki de şöyledir: Artık ok yaydan çıkmıştır... Saçmalıkta da sınır geçilmiş, eşik atlanmıştır... Ve artık hiçbir makul gerekçe filan aranmaksızın ve “Nasıl olsa her yaptığımız çoğunluk tarafından onaylanıyor, hukuka filan uydurmaya da gerek kalmadı, biz ne yaparsak yuttururuz,” diye düşünüyorlardır.

Yani bunları çok zeki, çok fesatçı olduklarından değil, ince hesapları olduklarından değil; düpedüz ve göz göre yapabilme cüretlerinden, yani “Yaptıklarımıza istediğiniz kadar itiraz edin,  hiç kıymeti yok, kimse bizden hesap soramaz!” cüretinden yapmaktadırlar.

Yani gelinen nokta, “Kimse bizden hesap soramaz artık!” cüretidir.

Yani zorbalığa artık kılıf da aranmamaktadır.

Öyle ki, zırvalığa dahi kılıf aranmamaktadır. Libya ve NATO en son örnektir. “Libya’da NATO’nun ne işi var?” dedikten sonra, NATO’da başı çekmek için, yani haçlı seferinde istavroz çıkarmak için Fransa’yla yarışa girilmedi mi?

Peki çare? Çareyi en etkili şekilde, bıçağı kemiklerinde hissedenler bulabilir. Kürt muhalefeti bu çareyi bulmuş, adını koymuş ve icraatına başlamıştır: Sivil itaatsizlik.

Ama bu çare de tek başına yetmez. Haldeki durumda sivil itaatsizlik, imama da itaatsizlik gerektirir. Öyleyse, hem dayak yemeye hem elbisemizin yırtılmasına karşı koyacak üç çaremiz daha vardır: Bir: Teslim olmayalım. İki: Teslim olmayalım: Üç: Teslim olmayalım.

Çünkü bir avuç dahi kalsak ama teslim olmazsak, kazanamayacaklar.