Bazı tarihler adeta bazı toplumsal olaylarla kodlanmıştır ve belleklerde öylece yer etmiştir. 18 Mayıs, gençlik yıllarımdan beri benim için böyle bir tarihtir ve 1973’te işkence edilerek öldürülen İbrahim Kaypakkaya’yı hatırlatır. Öyle ki 18 Mayıs’ı onsuz düşünmek olanaksızdır. Bu tarih Türkiye’nin tüm işkence deneyimleri içinde özel bir zaman olarak duruyor.

***


Kuskusuz öncesinde olduğu gibi sonrasında da işkence, politik-toplumsal hayatin bir parçası olarak vardı. Özellikle 1980’ler Türkiye’nin işkence ile anıldığı yıllardı. M. Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar’ın 1989’da yayımladıkları bir kitapta 12 Eylül 1980’den sonra cezaevlerinde 299 kişinin yaşamını yitirdiği; bunlardan 171’inin işkenceyle öldüğünün belgelendiği yazılmıştı. Yani işkenceli tekil ölümler kitleselleşmişti. Bu süreçte işkence biçimleri de çeşitlenmişti. Yeni Gündem, 6 Eylül 1987 tarihli sayısında 32 işkence çeşidinin yer aldığı bir liste yayınlamıştı: Vücudun kaslı bölümlerine cop, kalas, zincir, demir çubuk vb. şeylerle vurmak, çırılçıplak bir tutukluya köpek saldırtmak, tutukluları birbirine bağlayıp ters yönde koşturmak, tutuklunun bir ayağına bağlı zinciri yüksek bir yere bağlamak ve tutuklu bayılıncaya kadar orada bekletmek, tutukluyu soymak ve testis ve erkeklik organlarından tutarak tartmaya çalışmak, tutukluyu kurulan sehpada idam denemesi yapmak, zeytinyağına batırılan copu zorla makata sokmak, erkeklik organına ip bağlayıp çekmek, tutuklunun başını lağım suyuna sokup, dışkı yedirmek, bir tutukluyu yere yatırarak, diğerinin onun üstüne işemesini sağlamak bunlardan bazikleriydi. Bunlar cezaevlerinde yapılan işkence biçimleriydi. Bir de sorgu aşamasında yapılanlar vardı ki aynı şekilde ürperticiydi. Çırılçıplak soymak, elektrik vermek, saatlerce ayakta tutmak, yemek vermemek, tuvalete çıkarmamak, falaka, gözleri kapatmak, arkadan ellerin bağlanmasıyla ters olarak askıya almak, ıssız bir yerde tabancayla sağına soluna ateş etmek, tırnaklarını sökmek vb. Kaba dayak bu yöntemlerin içinde belki de önemsiz kalırdı ki İlhan Erdost cezaevinde dipçik ve yumruk darbeleriyle öldürülmüştü.

İşkence elbette sadece sol politik tutuklulara yapılmıyordu. Hakki Öznur’un yazdığı gibi 12 Eylül Darbesi’nden sonra Ülkü Ocakları davasında yargılanan altı kişi işkencede öldürülmüştü.

Ihsan Hakları Derneği 1986 yılında kurulduğunda düzenle olarak işkence uygulamalarına dair raporlar yayınlamıştı. 5 Temmuz 1991’de gözaltına alınan, iki gün sonra ise işkence edilerek ve silahla taranarak öldürülen Vedat Aydın dahil yüzlerce işkence vakası bu raporlarda yer almıştı. 12 Eylül 1980 darbesinin 11. yılında yazılmış 11 Yıl Yetmedi mi başlıklı kitapta Avukat Hüsnü Öndül, sıkıyönetim mahkemelerinde görülen davalarda yargılanan on binlerce sanıktan sadece yüzde 5’inin işkence görmediğini söylediğini yazmıştı. Rapora göre işkencede öldürülenlerin davalarında polisler tutuklu yargılanmamakta; ilgisiz polisler görevli gibi gösterilmekteydi. O kadar ki 1980-1991 arasında işkence savı ile tutuklanan tek bir polis bile yoktu.

***

Bir başka insan hakları kurulusu olan Mazlum Der de 1991 de kurulduğunda yayınladığı ilk kitabin baliğini İnsan Hakları İhlalleri ve İşkence olarak belirlemişti. Kitapta adam kaçırma ve işkenceli sorgulama eylemleri, işkence neticesinde ölümler, işkence ile ajanlık teklifi, ibadet hürriyetine müdahaleler vb yer almaktaydı.

Türkiye bütün bu süreçle yüzleşti mi? Yüzleşiyor gibi yaptı belki de. Tam olarak bu donemin toplumsal faturasını ortaya çıkaramadı, sorumlularını tespit edemedi. İşkence yapanlar ya da bütün bu sureci yönetenler acık ya da örtük görevlerini yapmaya devam etti. İşkencenin pek çok türüne konu olan olaylar gerçekleşmeye devam etti. Türkiye bu konuda yeni çok sayıda işkence iddiası ve vakasıyla karşılaşmaya devam etti. Kısaca yitici ve kotu deneyimlerle yüklü tarih işlemeye devam etti.

İşkencenin mağdurları acısından bakıldığında, 1973’te İbrahim Kaypakkaya’nın parçalanmış bedeni ailesinin ellerine verildiği zamanki duygu ve ah etme hali neredeyse sürekli güncellendi. Bu ağır vebal bugün sistemin üzerinde bir yük olarak duruyor. Tıpkı öncesindeki bütün kitlesel kırım deneyimlerinin yükünde olduğu gibi. Sanırım temel sorun sistemin sadece bu ağır vebal ile yaşaması değil, dahası bunu tercih etmesidir.