Karantina başladığından bu yana, normalde insan yoğun olan yerlerde nadiren karşılaştığımız hayvanların olduğu fotoğraf ve videolar paylaşılıyor. Falanca yerde geyikler görüldü; filanca yerde yunuslar, kuşlar, su samurları… Bu görüntüler çoğunlukla “doğa kendine geliyor” tadında bir hikayenin parçası olarak değerlendiriliyor. “Ah keşke!” diyerek gülümsemekle beraber farklı dinamikleriyle kentleşmenin doğal hayata, hayvanların yaşam alanlarına etkisine dair düşünmeden duramıyorum. Özellikle de İstanbul gibi plansız kentsel dönüşüme ve bireysel araç kullanımına bağlı kirliliğin had safhada olduğu kentlerde sirkülasyon azalmasının, çevreyi olumlu yönde etkilediği inkar edilemez. Dolayısıyla karantinanın hayvanlara daha fazla hareket alanı yarattığı ve çevreyi bir nebze de olsa temizlediği bir gerçek. Bununla birlikte “doğa kendine geliyor” anlatısının aksine hayvanlar insanların çekilmesiyle doğa iyileştiği için gelivermediler.

Öncelikle hayvanların kentlerdeki varlığını karantinaya borçlu olmadığımızı vurgulamak gerekiyor. Kentler, hayvanların yaşam alanlarına yayılarak, doğal alanları işgal ederek üretildiler ve hala da bu şekilde yayılmaktalar. Yakın zamanda 3. köprü ile yaşam alanları yerle bir edilen yaban domuzlarını kentin çeşitli yerlerinde gördüğümüzü hatırlarsınız. O yüzden her şeyden önce insanlar ve hayvanlar olarak bir yuvayı paylaştığımızı aklımızdan hiç bir zaman çıkarmamalıyız.

Doğanın kendine geldiğini savunan anlatının bir diğer handikapı da bilimsel verilerin bir iyileşmeden söz etmemesi. Örneğin iklimsel açıdan bakacak olursak, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün verilerine göre karbondioksit emisyonu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez en düşük seviyesinde de olsa, bu düşüş 2015 Paris Anlaşması kapsamındaki hedeflere ulaşılması için bile yetersiz kalmaktadır. Yani sonuçta insanların eve çekilmesi doğanın kendine gelmesini sağlayacak bir etki yarat(a)mıyor. Geçtiğimiz günlerde Açık Radyo’ya konuk olan Fevzi Özlüer de bu konuya özetle şu şekilde dikkat çekiyordu: İnsanların çekilmesiyle doğanın kendine gelmesi bir tür iyileşme varsayılıyor. Bu, gözlemlere dayalı bir veri seti oluşturmak anlamına geliyor. Raporlar bir iyileşme olduğunu söylemiyor. İnsan etkisinin azalması, kapitalist etkinin azaldığı anlamına gelmiyor. Sorunlar devam ediyor. Özlüer’in sorun olarak neyi odağa alacağımıza dair fikirleriyle sürdürdüğü konuşması benim için de zihin açıcı oldu. Gerçekten de bir iyileşmeden söz edebilmek için öncelikle sorunun kaynağını doğru tespit etmek ve tarif etmek gerekiyor.

Kriz devam ediyor ve karantinayla eve çekilmek sorunu çözmüyor. Bu doğadaki bir iyileşmenin tek başına bireysel katkılar çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini gösteriyor. Bu anlamda krizi bir sistem sorunu olarak tarif etmek ve iyileşmeyi de buradan sorgulamak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Sonuçta bireysel tüketimin kirlilik artırıcı biçimde örgütlenişi de bir sistem tercihi olarak ele alınırsa iyileşmede rol oynayabilir. Sorunu nasıl tarif ettiğimiz, sorun olarak odağımıza ne aldığımız bu nedenle önem kazanıyor. Bu aynı zamanda nasıl mücadele edeceğimizi, iyileşmeden söz edebilmek için neye ihtiyacımız olduğunu da gösteriyor. Onunla bireysel mi, kolektif mi mücadele edeceğimiz yanıtını içeriyor. Örneğin bisiklete binmeyi bireysel bir tercih olmaktan çıkarıp, politik bir talep olarak ele almaya ve örgütlemeye işaret ediyor.

Geçen haftaki yazımda kısaca dikkat çekmiştim: Sermaye suya, ormana, denize, dağlara, taşlara saldırısında hız kesmiyor. Türkiye bir uçtan diğerine son hız talan ediliyor. Talan süreci, hükümetin salgından herhangi bir ders çıkarmadığını ve sorundan kaçtığını (ya da kaçındığını), çözmeye de niyeti olmadığını gösteriyor. Korona sonrasının nasıl olacağı salgından nasıl dersler çıkaracağımıza bağlı diyordum ya... Sıkça tekrar ettiğim yere dönüyorum: İyileşmenin yolu daha çok yan yana olmaktan; dayanışmacı, eşitlikçi, ekolojist ve kolektif ilişki biçimleri geliştirmekten ve varolanları sahiplenip yaymaktan geçiyor diyorum...