Koalisyon: 7 Haziran seçimleri, hükümetin ancak iki veya üç partinin güç birliği yapmasıyla kurulabileceğini ortaya koydu.

“Geçici Bakanlar Kurulu”, iki koşulun bir araya gelmesi sonucu: 45 gün içinde hükümetin kurulamaması ve CB’nin seçimlerin yenilenmesine karar vermesi (Any., md. 116).

“Azınlık hükümeti”: “Geçici Bakanlar Kurulu” sürecini işletmemek için “azınlık hükümeti” yoluyla seçimleri kotarma arayışı, koalisyon görüşmelerinin başarısız kalmasının bir sonucu değil.

Bu, Anayasal bir aşama olmayıp, siyasal saikle kotarılmaya çalışılan bir yol. Ne var ki, ilk ikisi de, aslında aşamalı bir yoldan çok, biri tüketilmeden diğerini “tezgâhlama kurnazlığı” şeklinde karşımıza çıktı.

Şöyle ki; koalisyon görüşmelerinin tamamlanması bir yana, görüşmelere başlamadan, hatta Sn. Davutoğlu Başbakan olarak görevlendirilmeden önce, Cumhurbaşkanınca “seçimlerin yenilenmesi” konuşulmaya başlandı.

Haftalar bu şekilde geçirildi ve “koalisyon hükümeti mi, yoksa seçim mi?” tartışmasının bir adım ötesine geçildi. Artık seçime kesin gözüyle bakılmaya ve bunun nasıl kotarılacağı dillendirilmeye başlandı. Bu ise, üçüncü bir aşama değil, Anayasa’nın 116. maddesini işletmemek için gündeme getirilen “fiilȋ bir yol”: Davutoğlu Başbakanlığında AKP’nin tek başına seçime götürmesi ülkeyi. (Oysa, müstafi iken bile çoğunluk ve daimi Hükümet gibi icraat eşliğinde hak ve özgürlükler üzerindeki baskıyı yoğunlaştırıyor…)

Peki, ikisi arasında fark ne? Özetle, “Geçici Bakanlar Kurulu”, belli amaçlarla Anayasa’da düzenlenen bir yol; diğeri ise “Anayasa’ya karşı hile” yoluyla kotarılmak istenen süreç. (Buna önceki yazımda işaret etmiştim. Konuyu Prof. Dr. Emre Kongar da ele aldı: “Anayasaya karşı hile!” , Cumhuriyet, 01.08.2015).

Neden hile?
Süresi dolmadan TBMM seçimlerini yenilemenin başlıca iki yolu (md. 87) var:

- Meclis karar verir; tıpkı 1982 Anayasası döneminde son seçimlere kadar yaptığı gibi.
- Cumhurbaşkanı kararıyla; Anayasa’da belirtilen koşullar varsa (md. 116).

Üçüncü yol (CB’nin 4 turda seçilememesi durumunda doğrudan yenileme), 2007 Anayasa değişikliğinde CB’nin halk tarafından seçilmesi öngörülmekle kaldırıldı. (Aslında, md. 96’da toplantı ve karar yeter sayısına ilişkin düzenleme, ‘367 krizi’ni önleme amacına yanıt vermeye yeterli olduğu için seçim tarzında değişikliğe gerek yoktu...).

Bir de şu belirtilmeli: Savaş nedeniyle seçimlerin yapılmasına imkân görülmez ise TBMM, “seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir” (md. 78).

Şimdi güncel duruma bakalım:
Başbakan, üç haftalık bir gecikmeyle atandı ve dört hafta ön görüşmelerle geçirildi; koalisyon görüşmelerine geçilip geçilmeyeceği ise, henüz belli değil.

Oysa, her gün 3-4 şehit haberiyle Türkiye bir tür ilân edilmemiş savaş ortamında. (Anayasa’ya aykırı olan “Güvenlik bölgeleri” ilânı da, bunun göstergesi…). Açıkçası, neredeyse, süresi dolmuş bir Meclis için bile, “seçimlerin geri bırakılması”nı gerektirecek ortam ve koşullarda, seçimler henüz yapılmışken “ülkeye barış ortamı” getirmek için güçlü bir hükümet arayışı yerine, bağışlanmaz bir aymazlıkla sürekli seçim çığırtkanlığı yapılıyor. Üstelik bu, Anayasa’nın açık hükmü bir yana bırakılarak yapılmak isteniyor. Hukukȋ açıdan durum açık...

Siyaseten; dört partinin katılımıyla oluşacak bir hükümetle seçimlere gitmekle, AK Parti azınlık hükümeti ile seçimlere gitmek arasındaki fark çok daha önemli. Seçim kampanyasını eşit koşullarda yürütme olanağının ötesinde, siyasal bölünmelerin bu denli derinleştiği bir dönemde 4 partinin aynı masa etrafında “Anayasa gereği oturması” bile, ülkeyi iç savaşın eşiğinden döndürebilir.

MHP ve şeref: ‘Ne kadar ölüm, o kadar oy’ hesabı içindeki MHP, şu sırada şiddetten en çok beslenen parti görünümünde…

AKP ve sorumluluk: CB’nin sürece sürekli müdahalesini, AK Parti kurmayları, Demirel ve Evren, hatta CHP dönemi uygulamaları ile meşru göstermeye çalışıyor. O zaman, neden 28 Şubat’a veya 12 Eylül dönemine ve tek parti dönemine karşı imiş gibi davranıyorsunuz?

Soma ve Ermenek gibi toplu cinayetlerin sorumluluğunu takdir-i ilâhiye havale etmek, Anayasa-dışı işlem ve eylemleri ise geçmiş dönemlerle meşru kılmaya çalışmak, çerçevesini Anayasa’nın oluşturduğu hukuk devleti (“görev+yetki ve sorumluluk”) gereklerini yerine getirmekten kaçmakla eşanlamlı. Bu nedenle, “bu dünyada ve görev başında iken hesap sorma” yol ve yöntemleri üzerinde kafa yormak, demokrat olmanın asgari gereğidir.