Konutun, barınma ihtiyacının giderilmesi için erişilebilir kılınmasından ziyade bir yatırım aracı olarak metalaştırılarak orta ve dar gelirliler için erişilemez kılınmasının krizini yaşıyoruz. Krizin boyutları aslında çıkışın ana hatlarını da içeriyor.

Konut sorununa karşı nasıl bir mücadele?
Beyoğlu, Fetihtepe Mahallesi’nde yaşayan yurttaşlar barınma hakları için Beyoğlu Belediyesi önünde toplandı. (Fotoğraf: PİRHA)

Geçtiğimiz eylül ayında girdiğimiz normalleşme sürecinde pandeminin derinleştirdiği yapısal sorunların gündelik hayatı güçleştiren türlü veçheleri çarpıcı bir biçimde su yüzüne çıkmaya başladı. Bu dönemde tepki doğuran ilk krizlerden biri barınma alanında kendini gösterdi. Büyükşehirlerin, üniversite kentlerinin sokaklarında barınma sorununa ilişkin taleplerin, sokak ve parkları mesken tutan eylemlerin artan şekilde yer aldığı görüldü. Fahiş kiralara karşı itirazlarda esasen üniversite öğrencileri başı çekiyordu. Pandemi kısıtlamaları sırasında uzun bir zaman uzaktan eğitim gören ve bu süreçte memleketlerinde yaşamayı tercih eden öğrenciler, üniversite kentlerine döndüklerinde uygun fiyatla barınacak yer bulamamışlardı.

Kamunun ne öğrencilerin barınmasını sağlamaya yeterli bir altyapısı ne de kiraları düzenleyecek bir hazırlığı vardı. Altyapısı yoktu çünkü bugüne kadar kamu kaynakları barınmaya yönelik hizmetler üretmek yerine siyasal İslam’ın öğrenciler üzerindeki baskı aracı olarak işlev gören tarikat ve cemaat yurtları gibi yapılara aktarılmıştı. Neticede yüz yüze eğitime geçilip geçilmeyeceğinin hâlâ muğlaklığını koruduğu bu dönemde kamunun altyapı yetersizliği nedeniyle binlerce üniversite öğrencisi tarikat ve cemaat yurtları ile niteliksiz yaşam koşulları arasına sıkıştırıldı. Her iki seçeneğin dışında kalan ve kiralık konut masraflarını karşılayamayan ailelerin çocukları eğitimden koparıldı. Tüm bunlara yanıt üretecek bir hazırlık bugüne kadar yapılmadığı için ise önümüzdeki eylül ayında benzer bir tablonun yaşanması kaçınılmaz görünüyor.

Öte yandan, öğrenci hareketlerinin öncülük ederek görünürleştirdiği barınma krizinden aslında hayatını üreterek kazanan kent emekçilerinin tümü etkileniyordu. Buna rağmen öğrencilerin barınma ihtiyacına yönelik talepleri kamuyu harekete geçirmediği gibi toplumsal bir karşılık da bulmadı. Üzerinden geçen 9 ayda barınma krizi büyüdü, yayıldı, derinleşti ve artık etkilemediği bir kişi dahi kalmayacak bir biçimde tabana yayıldı. Konut, yaşam maliyetinin merkezine oturdu. Çünkü hem işsizlik hem enflasyon artıyor, alım gücü düşüyor ve yaşam masrafları durmaksızın artmayı sürdürüyor. Kiralık konut fiyatları da katlanarak yükselmeye devam ediyor. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) raporuna göre Türkiye genelinde ortalama kiralık konut ilan m2 fiyatındaki yıllık artış oranı nisan ayında yüzde 182,7’ye; İstanbul’da yüzde 140, Ankara’da yüzde 133,9, İzmir’de ise yüzde 110,8’e ulaştı.

Tüm bunlar olurken AKP iktidarı en iyi bildiği şeyi yapmayı sürdürdü. Baskıyı artırarak tepkileri sindirirken şikâyet hattı, hukuki yardım, arabuluculuk gibi faydasız önlemler tartışarak sorunun geniş kesimleri etkileyerek derinleşmesini seyretmeye koyuldu. Bir yandan krizin emekçilere etkisini seyrederken diğer yandan konut ihtiyacı bahanesiyle taşınmazları elden çıkarmayı sürdürdü.

Başka türlüsünü yapması da mümkün değildi. Çünkü öğrencilerin mücadelesinin de işaret ettiği üzere sorunun çözümü AKP iktidarının varlığını borçlu olduğu ve birbirinden beslenerek güçlenen siyasal İslamcı neoliberal politikalarla, kentleşme politikalarıyla, konut ve barınma politikalarıyla köklü bir yüzleşme ve hesaplaşmayı temel alan sistem karşıtı bir perspektifi gerekli kılmakta. Krizin toplumun geniş kesimlerini etkiler hale gelmesi ve AKP’nin artık emekçilerin hayatını hiçe sayan talan düzenine rıza üretemez hale gelmesi böyle bir perspektife dayanan bir mücadele için zemini oluşturmuş görünüyor.

Neydi bu politikalar; 1980’ler ile birlikte gelen neoliberal dönüşüm, tüm dünyada kamuya ait tüm üretim araçları gibi kentlerde de konutun, mülk ve arazilerin özelleştirilerek sermayeye peşkeş çekildiği bir düzen ortaya çıkardı. Türkiye’de de kamuya ait alanların ve hizmetlerin piyasalaştırılması konut yapısında önemli değişimlere yol açtı. AKP iktidarı kentleşme politikalarını 1999 depremi söylemi üzerine kurarken konutu neyin oluşturduğuna dair toplumsal anlayışımızı şekillendirdi, biçimlendirdi. Konutu bir mesken olmaktan çıkardı, yatırım aracına dönüştürdü.

Bunu yaparken soylulaştırma, canlandırma, kentsel dönüşüm, mega projeler gibi ekonomik büyüme mantığına ve kâr dürtüsüne dayanan bir dizi uygulama benimsedi. Toplumun kamucu sosyal konut ihtiyacı değersizleştirildi. Dün Sulukule’de bugün Fetihtepe’de konut hakkı için mücadele eden kesimleri zorla tahliyelerle yerlerinden etmeye soyundu. İhtiyaç sahipleri için kurulan TOKİ, sosyal konutu talanı hızlandıracak biçimde satılığa çıkaran bir servet aktarımının aracı haline getirildi. Kiracı sayısının 20 milyonu geçtiği günümüzde bu konut politikası emeğiyle geçinen orta ve dar gelirlileri güvencesiz koşullarda barınmaya, sokağa itmekten, evsizliğe sürüklemekten başka bir şeye yaramadı.

Konutun, barınma ihtiyacının giderilmesi için erişilebilir kılınmasından ziyade bir yatırım aracı olarak metalaştırılarak orta ve dar gelirliler için erişilemez kılınmasının krizini yaşıyoruz. Krizin boyutları aslında çıkışın ana hatlarını da içeriyor. Öteden beri benimsenen, kentsel mekânı ve kentsel yaşamı değişim değerine göre düzenleyen kentleşme politikaların bir sonucu olan konut krizi, her şeyden önce konutun anlamı, bir insan hakkı olarak konut ile meta olarak konut arasındaki fark üzerine verilen bir mücadele ufkunu merkeze almayı gerektiriyor. Barınmak için gereksinimiz olan konutun piyasa dolayımından çıkarılarak demokratikleştirilmesini önüne koyan kamucu bir sosyal konut mücadelesi örmeye ihtiyacımız var.

Herkesin insanca yaşayacak bir konuta erişimini garantilemeyi hedefleyecek bu mücadele konutun, toplumsal bir hak olduğuna dair kavrayışı üretirken mülkiyet ideolojisini yücelterek bu yaşamsal hakkımızı gayrimenkul piyasasına peşkeş çeken her türlü adıma itirazı da içermelidir. Bu mücadele şüphesiz ki kenti, kentsel mekanı ve konutu finansallaştıran kapitalizmi, pazar hakimiyetini ve ortaya çıkardığı ekolojik ve kırsal tahribatı da hedef almalı; tahliyelere ve evsizliğe de karşı çıkmalıdır.

Bugün itibariyle 400 bin öğrencinin Kredi Yurtlar Kurumu borçları nedeniyle icralık olmasına itirazı ve bu borçların silinmesi talebini de içermelidir. Mülk sahibi olmayanların güvencesizliğe mahkûm edilmesine veya sınırsız kira artışlarına karşı gelirken sorunun çözümü şirketlerin, müteahhitlerin değil demokratik kamucu bir mekanizmanın kurulması için örgütlenmeyi amaçlamalıdır. Dahası, bu türden bir mücadele, gerek kentsel dönüşüm süreçlerinde gerekse de kiracılıkta evden çıkarmalar ve tahliyelerin durdurulmasını ve bu doğrultuda koruyucu yasal düzenlemelerin oluşturulmasını içermelidir. Dünyanın farklı yerlerinde bu tür çalışmaların taşıyıcılığını yapan kiracı sendikaları, konut hakkı örgütleri, kira grevleri gibi örnekler artmaktadır. Konut hakkımızın yeniden tesisi için buralardaki deneyimlerden beslenen ve yerelin kendi dinamiklerine de yanıt üreten örgütlenme formları yaratmak için öncelikle acilen bir araya gelmeliyiz.