Kürt sorununda bugünlerde epey önemli gelişmeler yaşanıyor, ama pek manşetlerde değil. Hayır Öcalan’ın yakalanmasının...

Kürt sorununda bugünlerde epey önemli gelişmeler yaşanıyor, ama pek manşetlerde değil. Hayır Öcalan’ın yakalanmasının 10. Yıldönümü olan 15 Şubat günü yapılan eylemlerden söz etmiyorum. Ya da Başbakan’ın Diyarbakır mitinginden… Çünkü bu miting dolayısıyla da sansasyonel beyanat ve vukuat olmadı. İşin acı yanı, dağda bayırda şiddetli çatışmalar yaşanmadıkça, büyükşehirlerde büyük patlamalar olmadıkça, yani cenazeler kalkmadıkça, bu sorunu yokmuş gibi farz etmeye alıştık.
Cenazelerinin olmamasının sebebi barışın sağlanması değil, doğal ateşkes! Kara kış her iki tarafın harekât kabiliyetini esir aldı, herkes kendi köşesine çekildi… Siyasal ve askeri bakımdan asıl curcuna bahar aylarında… Bu curcunanın habercisi de Şubat’ın ilk yarısında yaşanan iki önemli gelişme oldu. Birincisi Obama’ya sunulan Kürt raporu, ikincisi Erbil’de düzenlenen Kürt sempozyumu… Görünen odur ki, Erbil toplantısı Obama’ya sunulan raporun hemen ardından gelen bir istim işlevi üstlenmişti.
Peşinen şunu da söyleyeyim: Bu köşede “Kürt İslam sentezi, Kürt sorununda Barzani çözümü” başlıklı çeşitli yazılar yazmıştım. Olup bitenler, bir nevi tespitlerimi doğrulayan gelişmeler… Önce en sonundan, yani Erbil toplantısından başlayayım. Gerçi basından da izlemişsinizdir; bu toplantı Fethullah Gülen cemaatinin marifetiyle düzenlendi.  Gülen cemaatinin uzun süredir bu bölgede öne çıktığı biliniyor; özellikle eğitim, sağlık ve ekonomi konularında bu cemaatin kuruluşları,  ülke kuruluşu (nation building) sürecinde epey önemli işlevler yüklenmiş haldeler. Ve bu girişimler Türkiye üzerinden değil özellikle Amerikan ilişkileri üzerinden kotarılıyor…
Toplantıya katılanlar da önemliydi, katılacağız deyip katılmayanlar da. Mesela Nerçivan Barzani katılacağını söylemesine rağmen bir mazeret bulup vazgeçti, yerine Kültür Bakanını ve bölge valisini gönderdi. Türkiye’den de resmi düzeyde bir sıkıntı yaşandı, AKP’li dört Kürt milletvekili son anda katılmaktan vazgeçtiler, ama Türkiye’nin Musul konsolosu oradaydı; bir nevi hükümet geri planda durdu, demek ki sadece “devlet”in katılması uygun görüldü! Böyle bir toplantıya PKK çevresi zaten çağrılamazdı, ama DTP de çağrılmadı ya da katılmadı. Böylece işin siyasi rengi başından belli oldu.
Her neyse, Türkiye’deki cemaat televizyonlarından ve ayrıca Kürdistan TV’den canlı olarak yayınlanan toplantı, anlaşıldığı kadarıyla biraz sade suya tirit geçti. Katılımcılardan Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz toplantıyı şöyle özetledi:  “Türkiye Kürtleri gibi, Irak Kürtleri de siyasetle fevkalade ilgiliydi. Dönüp dolaşıp konuyu siyasete getiriyorlardı. Bizim konuşmacı ve tartışmacılar ise gündelik siyaset yerine sosyolojiye, medya analizine, tarihe eğilimliydi. Özetle: Biçimsel anlamı önemli, içeriği ise görece zayıf bir konferans oldu.”
Ayrıca toplantının diğer bir özelliği de “Kürdistan” diyebilenler ile diyemeyenler arasındaki farkta ortaya çıktı; özellikle cemaat yazarları bu kavramı telaffuz etmeye yanaşmadılar. Bir zamanlar “Kürt” kelimesinin bile ağza alınamadığını hatırlatan Cengiz Çandar, bu sorunun da “yavaş yavaş,  sindire sindire” çözüleceğine inanıyordu. Kürdistan Bölge Yönetiminden katılan Kürtler ise bu durumu içlerine sindirememişlerdi. Ama bu arada bölgenin başkenti olan kente Hewler yerine Erbil denmesini ise önemsemiyorlardı. (Birazdan değineceğim Amerikan raporunda da Hewler yerine Erbil deniyordu; kim bilir, belki bundandır!)
Burada katılımcıların ruh halini yansıtmak açısından üç örnek dikkatimi çekti. Birincisi, Sabah gazetesinden Emre Aköz’ün aklında, burjuva Kürtlerin Land Cruiser marka araçlara “Monica” adını vermesi kalmış; bu araçlar önden bakıldığında göze çarpan yuvarlak hatları nedeniyle, adı Bill Clinton ile birlikte geçen Monica’ya benzetiliyormuş! İkincisi, Yenişafak gazetesinden Hakan Albayrak, otelde uyurken sabah dört sıralarında dışarıdan gelen Kuran sesiyle uyanmış. Cami hoparlörlerinden gelen dualar, niyazlar, salâvatlar bir saat kadar devam etmiş ve ardından ezan okunmuş. O da kalkmış camiye gitmiş. Devamını şöyle yazıyor: “Adeta trans halinde, bir ağızdan, ‘ecirna minennar, ecirna minennar, ecirna minennar...’ Amin velhamdu lillahi rabbi’l alemin. Cemaatle namazdan ve tesbihattan sonra yine cemaatle dua. Duadan sonra yine bir ağızdan -belki yüz kere- kelime-i tevhid…”
Yani katılımcı dervişlerin fikirleri neyse zikirleri de öyle… Ama bence asıl önemi örneği üçüncü katılımcı derviş, Zaman gazetesinden Mümtazer Türköne temsil ediyordu. Ve aslında toplantının maksadının özünü de sunuyordu. Çünkü Türköne toplantının en fiyakalı cümlesini kurmuştu: “Hepimiz Kürt’üz!”
 Şimdi bu cümleyi okuyup, bakın şu eski ülkücüye, şimdi de bizden rol çalıyor filan diye düşünmeyin. Çünkü bu “cümle” aslında Osmanlı özleminin tekrarından başka bir şey değil; Türköne açık seçik şunu savunuyor: “Bu coğrafyada yaşamanın bir raconu var. Milliyetçiliğin dar kalıplarını kırıp büyük düşünmek zorundasınız. Bunun için ise en fazla Osmanlı kadar Türk olabilme hakkına sahipsiniz. Daha fazlası ile ‘Küçük Türkiye’de koyun gibi mutlu yaşarsınız...”
Küçük Türkiye yerine Neo Osmanlı! Yahu biz bu konuyu sittin senedir zaten “alt emperyalizm, ABD’nin bölgesel gücü olarak Türkiye, taşeronluk” filan diye tartışmıyor muyuz? Yani bu lafların ardından gelenleri ve gelecek olanları biliyoruz. Şimdi de, bu Neo Osmanlıcılık için zemin olarak,  Kürt ve Türk halklarının kardeşliği ve bir arada özgürce yaşayabilmesi filan değil; cemaatler dolayımındaki ve platformundaki din kardeşliği kisvesi altında “sermaye sınıfının kardeşliği” sunuluyor.
Emre Aköz “Genç Kürdistan’ın abisi kim olacak?” diye sorduğu yazısında, kendi cevabını “Kürtlerin gözü kulağı Türkiye’de... Ama Ankara’dan ziyade İstanbul’da! (Ticaretin sorun çözücü gücünü yabana atmayalım.)” diye vermişti. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu ise toplantıda “Benelüx modelli entengrasyonu” savunduğu tebliğinde şöyle diyordu: “Bu noktada bizim önerimiz, Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında Benelüx modelini andıran bir entegrasyondur. Malların ve insanların serbest dolaşımı esasına dayanması gereken bu model, Ortadoğu’nun kalbinde nefes almakta zorlanan iki bölgenin önünü açacaktır.”
Bütün bunları tesadüf ya da özgün düşünce saymak, düpedüz safdillik olur. Çünkü bu toplantı adeta Obama’ya sunulan Kürt raporunun gereklerini yerine getirmek işlevini yüklenmişti. Şubat ayı başında, basında ABD’nin Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Henri J. Barkey’nin “Preventing Conflict Over Kurdistan-Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlığıyla hazırladığı rapor yer aldı. Barkey, aslında “yabancı” değil, Graham Fuller ile birlikte bu konularda daha önce de raporlar hazırlamış, kitaplar yazmış. Şimdi Obama yönetimine çalışıyor. Yazım uzadığı için, bu rapor üzerinde ayrıntılı duramayacağım, umarım bilgi sahibisinizdir. Rapor özetle Kürt sorununun çözümü için Kürdistan Bölgesel Yönetimi (Barzani) ile Türkiye arasında sıkı bir ilişki kurulmasını, PKK’nin de silahsızlandırılmasını öneriyor. Öyle ki son aşamada, PKK koşulları kabul etmezse, örgüttün geriye kalanlara karşı ABD hava kuvvetlerinin kullanılması dahi gündeme getiriliyor.
Önümüzdeki aylar Kürt sorunu bakımından önemli gelişmelere gebe… Birincisi, fiili ateşkesi sağlayan karakış sona erecek. Yerel seçimler yapılmış olacak… Bu aylarda yine Erbil’de KDP’nin girişimiyle PKK dâhil legal-illegal bütün Kürt örgütlerinin katılacağı bir toplantı daha yapılacak; PKK silahlarını bırakma konusunda ikna edilmeye çalışılacak. En önemlisi, Barkey’in söylediğine göre, Obama yönetimi ancak Nisan ayına doğru, gelişmelere hâkim olabilecek bir kıvama gelebilirmiş, yani Kürt sorununu gündemine etkili şekilde birkaç ay sonra alabilecekmiş… Göreceğiz, iki başkent arasındaki temaslar, Ankara-Hewler mi yoksa Ankara-Erbil diye mi başlayacak? Bizim cevabımız malumdur: Erbil’i, Hewler’i boş verin; evlere bakın, Türklerin ve Kürtlerin evlerine, asıl ve kalıcı çözüm evlerde…