Bu yazı bittiğinde, bir gece vakti ODTÜ’ye dozerlerin girdiği haberi geldi. Bazen bir işin yapılma biçimi, en az içeriği kadar önemlidir. Rektör ile Gökçek, ODTÜ’lülere sormadan yol konusunda anlaşmış olabilir; hadi diyelim sökülen ağaçların iki katı da belediye tarafından dikilebilir. Ama bunların hiçbiri bu geceyarısı operasyonundaki fütursuzluğu meşrulaştırmaz. Üstüne üstlük hepimiz biliyoruz ki mesele yol meselesi değildir. İktidarın, boyun eğdirme operasyonunun bir parçasıdır. İktidar, kendinden olmayan köklü hiçbir kuruma tahammül edememektedir.

Saray’ın savunucuları, AKP Genel Başkanının siyasi ömrü ile sınırlı bir rejimin inşa edildiğinin farkında. Meydanlarda iktidar amigoluğu yapanlar, AKP’li yöneticilere hatta Başbakan’a değil sadece Saray’a seslenmek, oraya şirin görünmek arzusunda. İzmir’de Kocaoğlu’nun konuşmasını sabote eden grubun, kürsüye çıkacak Yıldırım’a değil orada olmayan Erdoğan’a tezahürat yapması basit bir tercih olarak betimlenemez. Böylesine kişiselleşen bir yönetim tarzı, “veliaht” çıkaramaz; bırakın rakibi ile hakkaniyet ölçüsünde yarışı, çatışmasız bir devir teslim mekanizması dahi kabul edemez.

Her vesile ile görüyoruz ki devletin tepesindeki itiş kakışın aşağıdaki yansımaları azımsanmayacak boyutta. Ne AKP’de ne MHP’de yerelin sorunlarına çözüm bulmak gibi bir gündem söz konusu. 15 Temmuz sonrasında gözden çıkarılan yerel yöneticiler arasında etki kapasitesi sınırlı olanlar tasfiye edildi. Ancak asıl büyük cephe İstanbul’da. Topbaş’ın görevine devam etmesi ama bir daha aday olmaması formülünün aksadığını gösterenler emareler çoğalmakta. 16 Nisan’da İstanbul’u kaybeden Saray önümüzdeki yerel seçimlerde tekrarlanacak bir mağlubiyetin ne denli ağır sonuçlar yaratacağını biliyor.

Büyükşehirlerdeki kayıp taşrayı da kapsar mı? Burada kritik rol oynayan kesim AKP’ye oy veren Kürt seçmenler. Hatırlarsınız 16 Nisan sonrasında yandaş yazarlar Kürtlerin başkanlık sistemine ciddi destek verdiği iddiasını köpürtmüşlerdi. Muhafazakâr Kürtlerin kendilerine verilen sözlere dayanarak evet verdikleri ve bunun yeni reformları beraberinde getireceği söylenmişti.

Ancak referandumun üzerinden beş ay geçmesine rağmen bu doğrultuda herhangi bir emare görülmedi. Üstelik AKP ile sıkı ilişki kuran Hüda-Par’dan dahi çatlak sesler yükselmeye başladı. Partinin Diyarbakır İl Başkanı iktidarın anadilde eğitime ayak diremesini eleştirdi. Görünen o ki AKP, Bahçeli ile müttefik olarak seçime gitmeyi hedeflediğinden bu konuda yakın zamanda hamle yapmayacak. Tam da bu sıkışmışlıklar nedeniyle iktidarın İslamcı müdahaleleri artacak.

İslamcı tahakküme itiraz: Laik eğitim!
12 Eylül askeri darbesinin 37. yılına birkaç gün kala Ankara’da Haziran’ın Laik Eğitim Kurultayı’nda buluştuk. 12 Eylül, zorunlu din dersleri başta olmak üzere öğretim programlarını tümüyle değiştirmiş, disiplin yönetmelikleri ile okul ve yurtları kıskaca almış, yeni nesilleri siyasetten uzaklaştırmak istemişti. Fakat neticede ne mesleğine aşık, eleştirel düşünmeyi önemseyen öğretmenleri ne de ilerici gençlerin yetişmesini durdurabilmişti. AKP de başaramayacak. Elbette biz tehdidin boyutlarını, mekanizmalarını ve de onunla mücadele yöntemini bilirsek… Kurultay salonunda TÖS ve TÖB-DER deneyimini yaşamış; bilimsel, kamucu, laik bir eğitimi savunduğu için mesleğinden uzaklaştırılmış ama asla yılgınlık göstermemiş öğretmenler vardı.

Köy enstitülerinin, öğretmen okullarının birikimine tanıktılar. Kendi geleceğini Saray’a teslim etmek istemeyen gençler, sendikal mücadeleyi şu zor günlerde sürdüren eğitim emekçileri ve çocukları için aydınlık bir gelecek isteyen veliler aynı hedef etrafında kilitlenmişti. Bilimsel ve laik eğitim!

Toplantı boyunca gördük ki 12 Eylül darbesinden sonra eğitimin içeriğinin belirlenmesinde ve yapılandırılmasında kilit rol oynayan Milli Güvenlik Kurulu yerini çoktan Diyanet İşleri’ne bırakmış. Derslerin içeriğinden tutun da eğitimin amaç ve hedeflerinin belirlenmesine kadar tüm alanlarda Diyanet birinci dereceden etkili. MEB ise İslamcı vakıflar, Diyanet ve yandaş sendikalar arasında bir koordinasyon birimine dönüştürüldü. İktidar eğitimin dinselleştirilmesini laik semtlere, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere ve laik Kürt yerleşim alanlarına ideolojik ve kültürel müdahale için kullanıyor. Nüfusu on binin altında kalan yerlerde imam hatip dışında çocuklar için seçenek bırakmıyor. Bunun anlamı belli; asimile olursunuz ya da göç edersiniz.

Hal böyleyken eğitimde dinselleşmeye karşı mücadelenin, Gezi Direnişi’nden Hayır kampanyasına oradan Adalet Yürüyüşü’ne uzanan hattın bir devamı olduğu söylenebilir. Ortak noktası İslamcı tahakküme itiraz ve yeniden inşa arayışıdır. Bu gerçeği görerek laiklik demekten korkmamak gerekir. Geleceğinden tedirgin velilere, öğrencilere, eğitim emekçilerine sahip çıkmak iyi takvimlendirilmiş somut adımlarla mümkün. Kurultay’ın sonuç bildirgesi bu somut adımları içeren önemli bir yol haritası