Madalyaların tarihi çok eski olduğu gibi verildiği bağlamlar da oldukça çeşitlidir. Farklı zaman, sistem ve alanlarda (askeri, siyasi, eğitsel vb.) kişilerin başarısına dair yöneticilerin takdirini gösteren simgelerdir. Dolayısıyla imparatorluklarda da, öncesinde de bir madalya geleneğinden söz etmek mümkün.

Ama madalya, özellikle ulusal devlet ve kimliğin inşasında bir milli sembol olarak yeniden üretilmiştir. Dolayısıyla ulus devletlerin madalya verme/kullanma detaylarını içeren bir hukuku da vardır. Bu hukuk aracılığıyla madalyaların sembolik değeri çok daha belirgin hale getirilmiş ve onu almaya hak kazanmış kişilerin birer ulusal kahraman olduklarına kanıt işlevi görmüştür.

Çok daha geriye giden bir öyküsü olmakla birlikte Osmanlı’da modernliğin bir tezahürü olarak üstün hizmeti görülen askerî-mülkî erkâna çeşitli dereceleri olan madalya verilmesi II. Mahmud döneminde başlamıştır. Sultan Abdülmecid ve Abdülhamit zamanlarında bu uygulama ilave düzenlemelerle yeni devletin kuruluşuna kadar çeşitlenmiş ve devam etmiştir.

Modern bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, 1934 yılında 2590 sayılı kanunla daha önce verilmiş tüm sivil madalyaların kullanılmasını ve yabancı devlet nişanı alınmasını yasaklamış; sadece Harp ve TSK Madalyaları kapsam dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla madalya vermek bu tarihten başlayarak yakın zamana kadar TSK’nin bir geleneği olarak devam etmiştir. Resmi metinlere göre bunlar, savaşta ve barışta kendisine tevdi edilen görevleri hayatını tehlikeye koyarak yerine getirenlere verilen Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası ve savaşta, önemli görevlerin yapılmasında müstesna başarı göstermiş olanlara verilen TSK Başarı Madalyasıdır. Sonraki yıllarda yeni düzenlemelerle madalya sahası genişletilmiş olsa da toplumsal algıda madalyanın, askeri alanla özdeşleşen ilişkisi varlığını korumuştur.

Ulusal kimlik algısı içinde üstün hizmet ve başarı göstermiş görevlilerin, kendilerine verilen madalyaları görünür kılmaları ve onunla anılma arzuları anlaşılır bir durumdur. Bu yüzden mesela Kore, Kıbrıs vb. gazilerini yakalarında madalyaları ile görmek olağandır.

Olağan olmayan, kendilerine madalya verildiği halde onu görünmez kılma edimidir ki bu, tam anlamıyla sosyolojik bir analizin konusudur.

Oya Baydar, O Muhteşem Hayatınız adlı kitabında TSK subayı olan babasına verilmiş madalya ile karşılaşma öyküsüne yer verir. 26 Ağustos 1938’de Dersim Harekâtındaki üstün başarı nedeniyle, harekât bitiminde Fevzi Çakmak tarafından verilen madalyayı babasının ölümünden çok sonra tesadüfen evdeki eşyalar içinde bulmuştur. Ne var ki yıllarca ne madalya ne de verilmesine neden olan üstün görev evdeki sohbetlere konu olmuştur. Madalyaların verildiği onlarca subayın durumu da aynıdır. Kendilerinin veya mirasçılarının madalyalarına dair bilgi bile yoktur.

Bunun nedenini belki kendisine de aynı harekâtta madalya verilen Ahmet Cemil Akıncı’nın anlatılarındaki bir ayrıntıda görebiliriz. 1938’de Merzifon’dan Teğmen olarak görevliyken askerleriyle birlikte arama tarama faaliyetleri için Dersim’e gönderilen Akıncı Mehmetçikle 30 Yıl başlıklı kitabında şu bilgiyi verir:

“İki ayı aşkın zaman dağlardaydık. Arama tarama yapıyorduk. Dış tahriklere başkaldırmışlar tedip olunuyor, birbirlerini çekemeyen aşiretler bastırılıyor, devlet hükümranlığı tesis olunuyor, kısacası milli birlik ve beraberlik uğruna azımsanmayacak çapta para, can, kan akıtılıyordu… 1938 yılının Eylül ayıydı. Dönüyoruz artık... Aylar süren bir maceradan hayvan ve askerlerimin burnu kanamadan, dönüşün sevinciydi.”

Elazığ’da madalya töreninde Fevzi Çakmak’a harekâtın muhasebesini aktardığını ve kendisinin ayrıntılı sorulardan sonra aferin dediğini aktarıyor Akıncı. Akıllarda kalan ise azımsanmayacak çapta can ve kan akıtılan bir harekâttan askerlerinin ve hayvanlarının burnu bile kanamamış olarak dönmesidir. Bu, belki de Muhsin Batur’un, okuyucularından özür dileyerek yazamadığı, hayatının Dersim harekâtında geçen kısmının, başka bir kalemde yazıya dökülmesidir. Saklı madalyaların öyküsü bu övünç-utanç geriliminde aranabilir.