12 Haziran’ da Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü’nde Kırklareli’nde 8 yaşındaki göçmen bir çocuk çalıştırılırken bacağını pres makinesine kaptırması sonucu ve yine 8 yaşındaki mülteci bir çocuk Mersin’de atık kâğıt toplarken kamyonet çarpması sonucu ağır yaralandı. Ve aynı hafta içerisinde 12 yaşında Ceylanpınar’da motosikletle paket siparişi yapan bir çocuk otomobil çarpması sonucu; 15 yaşında Eskişehir’de mevsimlik tarım işçisi olarak çalıştırılan bir çocuk yıldırım çarpması sonucu, 17 yaşında Mardin’ de inşaatta çalıştırılan bir çocuk dördüncü kattan düşerek hayatını kaybetti.

Yoksulların çocukları olmasalardı, okulda olmaları gerekirken çalışmak zorunda bırakılmasalardı bugün yaşamlarına devam ediyor olacaklardı. Çocuklar çalıştırılırken yaralanıyor, yaşamlarını kaybediyor. Son 8 yılda tespit edilebilen 513 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Sosyal devletin kamusal sorumluluğunun gereğini yapmadığı, kamusal eğitim hakkının sağlanmadığı her durumda, yoksulluğun, eşitsizliğin derinleştiği her ülkede çocuklar ya sermaye için ucuz iş gücü oluyor, çocuk yaşta evlendiriliyor; ya da köktenci grupların hedefi haline getiriliyor. Memleket yangın yeri… Bu yangın yerinde eşitsizlikler, çalıştırılırken yaşamını kaybeden, yaralanan; kamusal eğitim hakkı yok sayıldığı için dini yapılara, cemaatlere mecbur bırakılan çocuklar, kamuda, özelde eğitim emekçilerine salgının ilk gününden bugüne yaşatılan sorunlar, güvencesiz, düşük ücrette çalışma dayatmaları başlı başına bir yangın yeri ancak eğitim, kamuoyunda gündem dahi olamıyor.

Siyasi iktidar açısından ise eğitim alanı her daim temel gündem; eğitimde piyasalaşma ve dinselleşme son hızla yaşama geçiriliyor. Yaşanılan tüm sorunlar MEB tarafından yapılan açıklamalar, süslü ifadelerle, algı kampanyalarıyla kapatılmaya çalışılıyor.

Yaratılmaya çalışılan son algı kampanyası ise telafi, UDEP başlıkları.. Telafide Ben de Varım programı adı altında eğitim; bir kez daha dini yapılara, cemaatlere teslim ediliyor. Milli Eğitim Bakanı’nın “Telafide Ben de Varım”, UDEP’i (Ulusal Destek Eğitim Programı) açıklamasının hemen ardından dini yapılar 2 Temmuz’dan sonra eğitim kurumlarında, okullarda sürdürecekleri etkinlikleri, programları açıklamaya, yaygınlaştırmaya başladı.

Kapsayıcı olmayan, tüm öğrencilerin eşit olmadığı, ek bütçe, kaynak ayrılmadığı, öğrencilerin gereksinimlerinin gerçek bilgisine sahip olan öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin söz ve karar sürecinde olmadığı, yoksul ailelerin çocuklarının ve dezavantajlı tüm öğrencilerin ihtiyaçlarının tespit edilmediği, “isteğe bağlı” açıklamaları üzerinden gerçekleşecek bir programın telafi eğitimi olamayacağı çok açık..

Dünya genelinde “telafi” tartışmalarının temel başlıklarından biri telafi için ayrılacak bütçe meselesi; MEB ise bir lira dahi ayırmadan büyük büyük laflarla telafi gerçekleştireceğini açıklıyor. “Mış” gibi, yapıyormuş, gerçekmiş, öğrencilerimizin yaşamında bir karşılığı varmış gibi…

“Telafide Ben de Varım” programı ile asıl yapılmak istenen ne peki?

Bu sorunun cevabı ise çok açık. İki temel hat piyasalaşma ve dinselleşme; okulların bir mekan olarak egemenin kendi siyasetinin taşıyıcısı olarak örgütlenmesi hattı; eğitimde yaratılan yıkımın başarı hikayesi algısı yaratmaya çalışılarak kapatılmaya çalışılması üzerinden şekilleniyor. Sözde telafi programı adı altında bir yandan bu program özel öğretim kurumlarının yeni bir “pazar”aracı haline getiriliyor, bir yandan da bu çalışma “STK’larla birlikte yapılacak” denilerek, öğrencilerimizin kamusal eğitim hakkı dini yapılara, cemaatlere devrediliyor.

En hızlı harekete geçen yapılardan biri de Bilal Erdoğan’ın yüksek istişare kurulu yöneticisi olduğu, “Kadınla erkeğin tokalaşmasının caiz olmadığı, zaruri bir durum olmadıkça karşı cins ile konuşmaktan kaçınmak gerektiği çünkü muhabbetin nereye kadar gideceğini kestirmenin zor olduğu...” Gerici, cinsiyetçi ifadeleri yayınlayan; haremlik-selamlık yaz okulları düzenleyen, protokoller, işbirlikleri ile tüm eğitim kurumlarını kuşatan TÜGVA... Kamusal bir hak olan eğitimin eğitim emekçileri tarafından yürütülmesi, hiçbir kurum ve kuruluşa devredilemeyeceği son derece açıkken sermayeye, dini yapılara, cemaatlere on dokuz yıldır tüm kamu kaynaklarını sınırsızca kullanmalarını sağlayarak teslimi ise tartışmasız ideolojik, sınıfsal bir mesele…