Başlıktaki ifadede Julia Cagé’in orijinali 2015’te Fransa’da yayınlanan, Türkçe çevirisiyse yenice çıkan kitabından esinlendim. Cagé tam ismi Medyayı Kurtarmak -Kapitalizm, Katılımcı Finans ve Demokrasi- (İş Bankası Kültür Yayınları-Kasım 2016) olan kitabında Batı’da da zor durumda olan medya için bir kurtuluş modeli öneriyor. Formül, medyada “özel mülkiyet kavramını” sorguluyor ve kapitalizmin demokratik olarak aşılması olanağını düşünmeye çağırıyor. Endişe etmeyin Türkiye’ye uzaydan bakar gibi “Al formül, uygula kurtul” tarzı bir yazı yazmayacağım. Sunulan model Batı ülkeleri için bile tartışmaya açıkken Türkiye gibi öznel durumu arş-ı alaya varan bir yer için Batılı bir akademisyenin modelinden don biçilmez kuşkusuz. Yine de bu kitap önemli. Zira medyanın özellikle finansal açıdan tüm dünyada nasıl bir kriz içinde olduğunu özetliyor. İkinci tarafıysa kurtuluş formülüne okuru / izleyiciyi de dahil ediyor. Bu ikinci kısım önemli ve bu haftaki Köşe Vuruşu’nun konusu bu: Medyayı kurtarmak için ne yapıyoruz, ne yapmıyoruz, ne yapabiliriz?

Ne yapıyoruz?

Genel olarak oturduğumuz yerden eleştiriyoruz. Tıpkı bu satırları yazarken benim yaptığım gibi. Bunun da yapıcı tarafları var elbette ama yeterli mi tartışılır. Özellikle canlı yayınlar sırasında sosyal medya kanalıyla yapılan başka bir şey var. Kurbanlar seçiliyor ve sistemin bütün günahı onların üzerine yükleniyor (Hakaretler, tehditler, kinayeler, manipülasyonlar vs) Sistemin kendisini sorgulamak yerine -belki de çaresizlikle- birkaç kişi üzerinden hesap görülüyor. Sonuçta sistemi de onlar temsil ediyor denilebilir, bir açıdan haklı da olunur ama mesele bunu aşıyor bana kalırsa. Özellikle canlı tartışma programları sırasında, tartışmacıların da katkısıyla sosyal medyada öyle bir hava oluşuyor ki, en sakin insanlar bile gaza gelip köpükler saçabilir. O yüzden bir süredir izlememeyi tercih ediyorum. Ertesi gün olayların sıcaklığı geçtiğinde bakıp fikir yürümek daha sağlıklı geliyor. Çünkü birkaç kez gaza gelip insanlara haksızlık etmişliğim var.

Ne yapmıyoruz?

Önce şunu söylemem lazım. Türkiye’deyiz. OHAL ile apar topar kapatılan gazeteler, tv’ler bir tarafta, tutuklu gazeteciler öteki tarafta. Demokrasi şeklen bile işlemezken şımarıkça “bir şey yapmıyoruz” diyemem. Yapılacak bir alan bırakmadıkları açık. Öyle ki önceki yıllarda yapılan tutuklu gazeteci eylemleri bile yapılamıyor artık. Belki de bu yüzden görece bağımsız kalmasını umduğumuz, eldeki son kale olarak gördüğümüz yayın organlarına, kişilere tepki göstererek rahatlıyoruz. Vergilerimizle finanse ettiğimiz devlet kanalına ve zaten kendimize fersah fersah uzak gördüklerimize ilişmiyoruz pek. İzleyici ya da okur olarak medya organlarını baskı altında tutmak önemli. Tamamen otoritenin dümen suyuna girmemeleri için de elzem ama bu bizi biraz tembelliğe alıştırıyor olabilir mi?

Ne yapılabilir?

Julia Cagé’in yazıya ilham veren kitabında sunduğu medya sahipliği modeli, vakıf anonim ortalık ve kooperatifler arasında bir yapı. Bir insanın ortaklığı sunduğu katkı ne olursa olsun bir oy hakkının olduğu hiper-kooperatif yanılsama ile büyük hissedarların sınırsız güç kazandığı hiper-kapitalist yanılsama arasında bir şey. Detaylarına yerimiz yok ama özetle şunu diyebiliriz. Öncelikle kapitalizm içinde sözümüzü taşıyacak yapıları kurmak ve yaşatmak zorundayız. Cagé’in modelinde okur dernekleri de ortak olarak işin içinde. Yani eleştirilen ve elimizden kayıp giden medyayı daha doğrusu sözümüzü tutmak için hepimizin üzerine düşen şeyler var. Gazetemiz örneğinde arada bir açılan abonelik kampanyaları vs. çok değerli katkılar ama büyük yatırım isteyen görsel medya için, dijital medyada söz sahibi olmak için yeterli değil. Bu bağlamda Cagé’in modeli ne derece gerçekleştirilebilir tartışılır ama en azından bu medya yapısından rahatsız olan tüm grupların birlikte harekete geçmesini ve kendi medyasını oluşturmasını öneriyor. Sermaye gruplarına ait dolayısıyla iktidara göbekten bağlı medya organlarını bir yere kadar baskı altında tutmaya eyvallah da, artık o kadarını yapıp çekilecek aşamayı geçtik. Kişileri günah keçisi seçip linç etmenin de kimseyi bir yere götürmeyeceği açık. Ekrana doğru hakaretleri sıralayıp sosyal medyaya döşenirken hatta benim yaptığım gibi yazı yazıp kendini rahatlatırken dönüp kendimize de bir sormamız lazım: Benim de yapabileceğim bir şey var mı?