Yıl 1958, Gazeteci Şemsi Sılkım, bir spor gazetesi çıkarması için teklif alır. Hemen ekibini kurar ve sıkı bir gazete çıkarır. Satışlar da gayet güzeldir. Patrondan teşekkür ve övgü beklerken patron gazeteyi apar topar kapatır. Çünkü o dönemde kâğıt devlet tekelindedir. Gazete çıkaranlara teşvik vardır ve patronun da derdi, teşviklerle kâğıt alıp göstermelik bir gazete çıkarmak ve kalan kağıdı karaborsa satmaktır. Gazete iyi gidince, satacak kâğıt artmaz ve plan suya düşer.* Bazen göz önünde olan bir şeyi anlatmak için başka bir örnek gerekir. Ne zaman medya sahipliğiyle ilgili bir konuda fikrim sorulsa bu naif ve komik örnekle girerim. Çünkü yayın kuruluşlarının farklı farklı varlık sebepleri vardır. Bu sebep yok olduğunda yayın kuruluşunun varlığı da anlamsızlaşır. Doğan Grubu’nun medyadaki varlığı epeydir bu anlamsızlık sınırındaydı. Bünyesinde çalışmış olan ve hâlâ çalışan bazı değerli gazeteci ve yazarları (her zaman azınlıkta olmalarına dikkat edilen) tenzih ederim ama yaşadığım sürece Aydın Doğan’ın “iyi gazetecilik” için medyaya girdiğine ikna olacağım bir şey öğreneceğimi sanmıyorum. Yani işin varacağı yer zaten belliydi. Hele ki, gazeteciliğin zırhı sendikanın, yaygın medyadan bizzat Aydın Doğan tarafından defedilmesinden sonra.

Medya dışı sermaye medyaya bu denli kontrolsüzce girdiğinden bu yana bir illüzyonun içindeyiz. Aydın Doğan’ın medyasını satışı bu illüzyonu nasıl etkileyecek? Bu satışa ağıt yakmak ne kadar anlamlı? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun soruları bunlar.

Babıâli’den çıkış

Doğan, medyaya giren ilk medya dışı sermaye değil. Öncesinde de örnekler var. Doğan’ın farkı Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine geçişinin arefesinde medyaya girmiş olması. 1979 yılında Milliyet gazetesinin %75’ine ortak olur ancak bu ortaklık ilkin %25 olarak açıklanır. Çünkü Aydın Doğan’ın sonradan kendisinin de itiraf ettiği gibi Babıali’ye gazetecilik dışı patron girmesi bir itme duygusu yaratmaktadır. Gelgelelim 24 Ocak Ekonomik Kararları ve bunların uygulanmasının teminatı olan 1980 Darbesi’yle birlikte bu itme duygusu ortadan kalkar. Çavuşoğlu-Kozanoğlu, Mehmet Ali Yılmaz, ve Asil Nadir gibi işadamları büyük satın almalarla medyaya girer. Hepsinin gazetecilikten farklı ajandaları olduğu için de medyada piyasayı epey yükseltirler.

Özal’ın hayali

Bahsettiğim geçiş döneminin mimarlarından Turgut Özal’ın bizzat dillendirdiği hayali, iki buçuk gazetedir. Fazlasını fuzuli bulur. Bunun anlamı şudur: Bir: Özal’la birlikte yükselen değerleri temsil eden Sabah gibi bir gazete İki: Geleneği temsil eden Hürriyet gibi bir gazete, Buçuk: Muhalefet simgesi olarak gördüğü Cumhuriyet gibi bir gazete. Özal, kâğıt zamlarıyla gazeteleri batma noktasına sürüklese de bu hayaline ulaşamaz. Bu hayal aynı zamanda bir illüzyonun temsilidir. Hesapta her şey iktidar lehine gidecek ama bir şeyler de “mış gibi” kalmaya devam edecektir. Şu anda tarihin “mış gibi”ye dahi tahammülünün kalmadığı yerindeyiz. Burası Özal’ın hayalinin de ötesi. Son satışla ilgili analizlerin büyük kısmı bu denklemde okur ya da izleyiciyi hiçleştiriyor ama okurun da 80’ler veya 90’lardaki kitle olmadığını unutmayalım.

Felaket tellallığından önce

Bu çapta bir el değiştirmeyi elbette ‘al birini vur ötekine’ basitliğiyle okuyamayız. Kısa vadede sonuçları olur. Ancak ağıt yakacak ölçüde olduğunu da sanmıyorum. Eğer yukarıda bahsettiğim değerli illüzyonu bozacak bir yayın politikasına girişilirse – çok hızlı olmasa da son tahlilde oraya varır- bu da bir itme duygusu ve boşluk yaratır. Zaten Doğan Grubu’nun en güçlü olduğu 90’lı yıllarda yapılan gazeteciliğin de bir sonucu olarak bugünleri yaşamıyor muyuz? Tesadüftür, böyle bir gündemi dünya, Facebook ve Cambridge Analytica skandalını tartışırken deneyimliyoruz. Medyanın, medya sahipliğinin anlamı tamamen değişirken bizde geleneksel medyanın el değiştirmesi her şeyin bitişi gibi karşılanıyor. Oysa tam tersine okur ve izleyici nezdinde bir illüzyonun kırılışını da başlatabilir bu. Çünkü medya sahipliğinin anlamı artık çok farklı. Facebook’un son skandaldan sonra değer kaybetmiş hacmi bile en baba geleneksel medya grubunun değeriyle kıyaslanamayacak kadar büyükken, bu el değiştirme üzerinden ahlı vahlı analizler yapmak anlamsız. Yeter ki, tek sahibinin okur ya da yeni adıyla kullanıcı olacağı medyadan başka bir yol olmadığını anlatmaktan yılmayalım. Bu satış aynı zamanda bunu anlatmak veya anlamak için de bir iletişim fırsatıdır.

*Şemsi Sılkım, Bab-ı Ali Anılarım, Togan Yayınları, 2011