Birkaç gündür yurtdışındayım. Komşuya ufak bir kaçamak yapalım dedik, Yunanistan’a. 3 günde üç ayrı şehri görmek var planımızda. Dün Selanik, bugün Kavala yarın da Dedeağaç. Bu ülkeye yaklaşık 20 sene önce gelmiştim. Nikiforos Metaxas ve Vasiliki Papageorgiu ile tanışmamızdan yaklaşık 5 sene sonra.

Niko’nun Bosphorus grubuyla beraber Kavala’ya gelmiş. Ortak bir konser vermiştik.

Hava muhalefeti ve fırtına nedeniyle konserin sonunu getiremesek de hem konser verdiğimiz tarihi kalenin atmosferi hem de dinleyicilerin Türk müziğine olan ilgisi çok etkilemişti beni.

HAYALPERESTLER ORDUSU

Sonrasında 2000 yılında Atina’da Yunan müzisyenlerle beraber çok sevdiğimiz

İstanbul-Atina-İstanbul albümünü yapmıştık. Yaklaşık 2 haftalık bu süreçte bir çoğu “mode plagal” grubunun üyeleri olan harika müzisyenlerle çalışmıştık.

Bu değerli isimler işlerini birkaç gün içinde bitirmelerine rağmen son güne kadar stüdyoda tüm şarkıların-okunması dahil- bitmesini beklemiş biz Türkiye’ye dönene kadar da sanki Gündoğarken’in birer üyesiymiş gibi şarkılarımıza katkıda bulunmaya devam etmişlerdi. Nikiforosu kaybettiğimiz 2017 yılından sonra, onun anısına Heybeliada’da verdiğimiz konserde de beraber çalma şansı bulmuştuk bu isimlerle.

Benim için sahneye birlikte çıktığımız, şarkılara hayat verdiğimiz müzisyenler çok önemlidir. Ben birlikte çalacağımız kişinin öncelikle iyi biri olmasına bakarım. İyi derken, bildiğimiz iyi bir insan olmaktan söz ediyorum. Sonrasında da -kendimi geliştirmek adına- benden daha donanımlı bir müzisyen olmasına.

40 yıla yaklaşan müzik hayatımda beraber sahneyi paylaştığımız isimlerin sayısı iki elin parmaklarını biraz geçer. Gündoğarken’i sadece bir müzik grubu olarak görmüyorum ki ben. Gündoğarken rodisinden sesçisine, tur menajerinden bizlere -Gökhan, ben ve müzisyen dostlarımız- kadar hayata dair soruları, sorunları, bağırıp çağırmadan, didaktik olmaya çalışmadan, şarkılar yoluyla çözmeye çalışan bir hayalperestler ordusu.

Zaman zaman bu silahsız kuvvetlere katılanlar oluyor, ayrılanlar oluyor. Anlayanlar oluyor, susanlar oluyor. En büyük gücümüz umudumuz. Yarının bugünden daha iyi olacağına dair saf inancımız.

UFACIK EVDEN CUMHURİYET’E

Sabah Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve gittim tabii ki. Gittiğimde Türkiye’den gelmiş onlarca ilkokul öğrencisi ders kitaplarında gördükleri -hâlâ var mı bilmiyorum- atalarının evi için kapıda birikmişlerdi. O kadar mutlu oldum ki. Hepsini tek tek kucaklamak istedim başta öğretmenleri olmak üzere. Selanik’teki Türkiye Başkonsolosluğu’na bitişik bir bina Atatürk’ün evi. Hemen girişte Ali Rıza Efendi’nin diktiği ve Atatürk’ün belki de tırmandığı -sanki nar ağacıydı- bir ağaç karşılıyor ziyaretçileri. Ağacın dallarına, küçük gövdesine dokundum.

Yapraklarına, köklendiği toprağa baktım. O günleri hayal etmeye Atatürk’ü çocuk olarak canlandırmaya çalıştım gözümde. Sonra babasını kaybetmesi, çekilen ekonomik sıkıntılar, savaşlar, cepheler, iç ve dış düşmanlar, yobazlar… Bir ülkeye kendini adamak. Ve o yıllarda bile genç denilebilecek bir yaşta hayatını kaybetmek. Birkaç satır önce kurduğum bir cümleyi aslında Atatürk’ün evini görmeme bağlamak yanlış olmaz.

En büyük gücümüz umudumuz. Yarının bugünden daha iyi olacağına dair saf inancımız. Hani bazı kitaplar vardır ya ne bileyim “Ölmeden önce görülmesi gereken bin yer” gibi. İçtenliğime inanın bir Türk vatandaşı olarak Atatürk’ün doğduğu ev görmemiz gereken ilk yer bence. O ufacık evden koskoca bir Cumhuriyet’e uzanan bu yolculuk öylesine etkileyici ki… Böyle işte. Nereden nereye geldik. Yok yok yazıdan söz etmiyorum. Kalın sağlıcakla.