Son yirmi yılda 1999 Marmara Depremi’nde yıkılan şehirler de dahil olmak üzere her yer bir inşaat alanına dönüştürüldü. Toprağın her metrekaresinin inşaat alanı olarak değerlendirildiği bugünün şehirlerinde sığınılabilecek bir inşaatsız alan dahi bırakılmadı.

Muhafazakârların depremle imtihanı
17 Ağustos Depremi’nde 17.840 kişi hayatını kaybetti. (Fotoğraf: AA)

Depremler söz konusu olduğunda bilimle ilgili olarak akla ilk gelen, yıkıcı etkileri sınırlamayı ve mümkünse önceden bilebilmeyi esas alan yerbilimleri oluyor. Bu gayet anlaşılır bir durumdur. Bununla birlikte yarattığı insani deneyimler nedeniyle depremler, kendine özgü bir sosyalliğin de konusu haline gelmiştir. Zira bu yıkıcı etkilerin tamamı sosyal alanda biçim kazanmakta ve her sosyal grubun kendi geleneğine uygun bir algıya konu olmaktadırlar. Bu da farklı topluluklar için kendine özgü bir deprem kültürünün oluşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla dünyada hangi kültürün depreme ne tür bir anlam yüklediği ve onun etkilerini aşabilmek için hangi mekanizmaları inşa ettiği ve en nihayet depremle ilgili nasıl bir gündelik pratikler silsilesi geliştirdiği oldukça ilginç ve önemlidir. Sosyal bilimlerin ve bilimcilerin depremle ilgileri de genellikle bu noktadan başlar. Bugün adına deprem kültürü denebilecek ve toplumların depremlerle ilgili deneyimlerinin bir ürünü olan büyük bir sosyal olgu bulunuyor ve 17 Ağustos 1999 depremi de bunun önemli örneklerinden birisidir.

1999 MARMARA DEPREMİNİ ANIMSAMAK!

17 Ağustos 1999 da Marmara’da büyük deprem meydana geldi. 7.4 şiddetindeki depremde 17 bin 840 insan hayatını kaybetti ve Türkiye ekonomisi tahmini olarak 6.5 milyar dolar zarar gördü. 400-600 bin arasında insan evsiz kaldı. Çalışanların yüzde 30’u işlerini kaybetti. TBMM raporuna göre depremde 48 bin 901 kişi yaralandı, 505 kişi sakat kaldı, 96 bin 796 bina yıkıldı ya da ağır hasar aldı. Deprem bölgesinin İstanbul’u da içine alan Türkiye’nin bir sanayi ve göç deposu olması, ülkenin de etkilemesine yol açtı. Depremden zarar görenlere ulaştırılmak amacıyla 52 ülkeden destek kampanyaları gerçekleşti.

Bu depremin önemli etkilerinden birisi de politik bir fay hattının inşasına vesile olmasıydı. Depremle birlikte Türkiye’nin politik iklimi, İslami hareketin yükselişi, rejimin radikal tutumu ve bu gerilime işaret eden tüm siyasal olgular büyük ölçüde deprem üzerinden konuşulmaya başlandı. Özellikle 28 Şubat süreci (1997) olarak bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) siyasete müdahil olma girişimi ve bunun sonucunda İslamcı çevrelere getirilen kısıtlayıcı tedbirler, deprem üzerinden sert politik bir mücadeleye dönüştü. 1999 Depremi bu anlamda salt fiziksel değil, aynı zamanda siyasal bir sarsıntı işlevi de gördü. Bu nedenle depremin yarattığı sonuçlar, depremle ilgili değil de toplumsal yapı, değerler, kültür ve siyasetle daha çok ilgiliydi.

Bütün bu süreç ve dinamikler, Türkiye’de İslami çevrelerin kendine özgü bir deprem kültürü inşa etmelerine uygun bir zemin oluşturmuştu. Bu çevrelerde depremleri dini referanslara dayalı bir anlama ve açıklama hali ve hatta yarışı sözkonusuydu. Sadece ilahiyatçılarda değil, gazeteci, belediye başkanları, parti yöneticileri ve hatta bazı bilim alanlarından akademisyenler bile bütün doğal olayların önceden “planlanmış” olduğuna dair bir kabul içinde konuşuyorlardı. Hemen hepsi bu felaketi anlamanın ve ondan korunmanın yegane yolu olarak dini referansları gösteriyordu.

Bu yaklaşım ya da yeni deprem kültürü, doğal olayların aslında kültürel edimlerin sonucu olduğu ve ancak kültürel olarak açıklanabileceğine dayanıyordu. İnsanların dünyada Tanrısal isteklere uygun olarak yaşayıp yaşamadıklarına bağlı olarak gelişirdi her şey. Dolayısıyla “deprem de Allah’tan gelir”di. Gerçi burada iyi ve kötü olayların tüm sorumluluğunun Tanrı’ya mal edilmesi gerekmiyordu, o sadece ‘aracı’ ve ‘harekete geçirici’ olarak fonksiyon icra etmekteydi. Yani Tanrı olayların akışına müdahale edip değiştirmekten ziyade sadece vesile olmaktaydı ve bu nedenle sorumluluk tabii ki insana aitti. Ne var ki bu yaklaşım her halükarda doğaya ait alanı neredeyse bütünüyle dışarıda tutuyordu.

1999 DEPREMİNDE İSLAMİ REFERANSLAR

Marmara Depreminin ardından İslami yazında ortaya çıkan “analitik” manzara buna uygundu. Farklı alanlarda çalışan ve tamamı kendini “Müslüman” kimlikle tanımlayan akademisyen, köşe yazarı, dini kurum temsilcilerinin söylemlerinde siyasal rejimin uygulamalarına duydukları öfkenin eşlik ettiği değerlendirmeler baskındı. Bu kesimin neredeyse ortak görüşü depremin, yeryüzünde insanların dinden uzaklaşma eğilim ve pratiklerine karşı Allah’ın bir ikazı olduğu yönündeydi. Bu çerçevede bütün dünyada ve Türkiye’de depremin bir doğa olayı olduğu yönündeki genel kabul, radikal eleştirilere muhatap olmuştu. Hatta bilimin depremi açıklamada kifayetsiz kaldığı üzerine adeta mutabakat oluşmuştu. Bazı yazarlar zelzele değerlendirilirken, bir tabiat olayı gibi ele alınmasını Allah'ın yüce iradesiyle hiç bağlantı kurulmamasını, Müslüman olan bu ülke insan­larını yaraladığını bile söylemişlerdi.

Bütün bu kesimlerde depremi “doğa olayı” olarak görmek, o kadar “yabancı” ve “tuhaf” bir görüş olarak algılanmıştı ki bir önde gelen İslamcı yazar bunu “eskiden tabii âfetler denirdi” ifadesiyle dile getirmişti. Önde gelen bir İslamcı yazar ise “ben zelzeleyi pozitivistler, ateistler, rasyonalistler gibi görmem. Fay hatları, kırılmalar, yerin deprenmesi... Bunlar elbette birer izahtır, işin ötesi vardır. İnanmayanlar bunları anlamaz. Bu kainatın, şu yeryüzünün, zeminin ve asumanın bir yaratıcısı ve sahibi vardır. Küçük bir sinek bile O’nun izni, yaratması, iradesi olmadan kanadını çırpamaz. Zelzelenin bu tarafını da düşünmek gerek” demişti. Bir başka yazar 99 Depremi sonrası Türkiye’nin en ciddi deprem kurumunun başında bulunan bilim insanı Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’ya gösterilen ilgiden hayıflanarak, “Ne olurdu Işıkara’ya inandığımız kadar Peygamber’e de inansaydık” demişti.

99 depreminde beldeleri ağır hasar gören bazı belediye başkanları da benzer açıklama ve yorumlar yapmışlardı. Mesela Adapazarı Belediye Başkanı: Beldemizde 16'yı 17'ye bağlayan "ağustos" gecesi 3’ü 4 geçe, sanki küçük bir kıyamet kopmuşçasına Adapazarı ve Erenler Bölgesi, yerle bir oldu! Bunu maddesel gözle izah etmek mümkün değildir. Tabii olay jeolojik bir olay; Olay fiziki bir olay. Bu sadece bir tariftir. Bu olay niye olmuştur? Bunun cevabı da bellidir. Bu tamamen bir “takdir-i ilâhıdir” demişti.

Depremin, “Allah’ın takdiri” olduğu yönündeki tezin temellendirilmesinde referans ise Kuran ve hadislerdi. İlgili çevreler mümkün olduğunca bu kaynaklara gönderme yapıyorlardı. Bu “ispat” işi, İslami söylemin belki de en baskın konularından “zina” ve “içki”ye gelip dayanıyordu. Mesela bazıları deprem konusunu, Kur’an-ı Kerim’deki “Zilzal” suresi ile ilişkilendirmişlerdi. Hatta bir yazar şunları savunmuştu: Peygamberimiz birçok hadislerinde bu günahların depreme sebep olacağını bildirmiştir. Mesela bu hadislerden ikisi şöyledir: “Fuhuş yaygınlaştığında yer sarsıntıları olur” ve “Allah bir beldeyi helak etmek istediğinde, orada zinanın açıkça işlenmesine fırsat verir.” Bu görüşler sıradan dindarlar için de adeta ortak kabuldü. Mesela dindar bir yurttaşın değerlendirmesi şöyleydi “Biz bu cezaya layıktık. Son zamanlarda her şey kötüye gidiyordu. Ama çoğu için deprem de ibret olmadı. Fay hattı falan yok. Yıkımlara bakıyorsun, anlıyorsun. Allah’ın işine ne karışıyorsun? Allah imtihan ediyor, bakalım ders aldılar mı diye.”

Bu değerlendirmelerin bir kısmı da “siyasal günahlara” işaret ediyordu. Depremi öncesinde bilhassa TSK’nin, dindarlara karşı acımasız politika uyguladığı, inançlara müdahale ettiği ve bu olumsuz gidişatın Allah’ın ikazıyla karşılaştığı şeklinde değerlendirmeler yaygındı. Mesela bir yazar; “Depremin merkez üssünün, bir zamanlar 28 Şubat sürecinin başlatıldığı ve gizli belgelerin saklandığı yer, bir başka ifadeyle Batı Çalışma Grubu merkezi olarak bilinen noktaya hemen çakışacak kadar yakın olması, bizi bu iki olay arasında bazı paralellikler kurmaya zorluyor” demişti. Bir başkası ise “Rivayete göre, 28 Şubat kararlarının programı Gölcük’teki tesislerde yapılmıştı. Cenab-ı Hakk’ın 17 Ağustos kararlarında gördük ki beşerin karargahı çok çürük kalıyor” gibi bir değerlendirme yapmıştı. Özetle bu “tespitler”, analizler ve tartışmalar içinde sözkonusu kesim yerbilimcileri dinlemiyordu bile.

OLUMLANMA VE KÜLTÜREL ÖNLEM STRATEJİLERİ

Bütün bu değerlendirmeler İslami çevrelerde depreme ilişkin iki önemli duruma işaret ediyordu. Bunlardan birisi, Allah’ın takdiri olması nedeniyle depremin bir anlamda olumlanmasıydı. Buna göre Allah’tan gelen tüm edimlerde olduğu gibi depremlerde de bir “hayır” vardı. Mesela daha sonra ülkede askeri darbe yapmaya teşebbüs edecek olan Fettullah Gülen bu kanaatteydi: “Tabii, musibet televvünlü bu ikazlar, bizler için hep rahmet buudunda cereyan etmektedir. Yani dış görünüş itibariyle bunlar her ne kadar şer gözükse de, varlığın perde arkası ve neticesi itibariyle hayırdır” demişti. Bu düşünme hali bazı yazarlarda daha uç bir noktaya gidebilmişti. Bunlardan birisi de: “Fâni dünyada depremde ölenleri kıskanmıyor da değilim. Ölümlerin en güzeli olan şehitlik mertebesine ulaşan eli öpülesi o insanların ve malımın da sadaka hükmüne geçen mallarının yerinde olmasını istemiyor değilim” diye açıkça yazmıştı.

İslami yazında bu felaketten sakınmak için gereken tedbirler konusunda da dini motivasyonlar belirleyiciydi. FETO basta olmak üzere İslami basında depremi izleyen günlerde bizzat felakete maruz kalan mağdurlar; sabır, dua ve Kur’an okumaya çağrılmış, hatimler indirilmiş, evrad-ü ezkarlar okunmuştu. Bütün kültürel pratikler aşağı yukarı bu çerçeve içinde değerlendiriliyordu. Hatta buna uygun bir de çağrı vardı: “Böyle zamanlarda çoluk—çocuk alarma geçirilip, tamamen duaya kilitlenmemiz, sadakalar vermemiz, kurbanlar kesmemiz, havf (korku) ve hâcet namazları kılmamız, himmetlerimizi çok âlî tutmamız, muhtaçlara el uzatarak, üzerimize terettüp eden vazifeleri en güzel şekilde yerine getirmemiz gerekmektedir”.

SONUÇ YA DA NE DENEBİLİR?

1999 Marmara Depremi’nden sonra inşa edilen kültür ana hatlarıyla böyleydi ve oldukça baskındı. Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra bugün muhafazakârların deprem kültürünü anımsamak daha da önem kazanmıştır. Çünkü bu muhafazakâr gelenek neredeyse o depremden beri ülkeyi yönetmektedir. Dolayısıyla hem uygulayıcı ve sorumlu olarak hem de bu sürede yeni deprem deneyimleriyle yani “ilahi ikazlarla” karşılaşmış olarak nerede durduğu, ne yaptığı ve söylediği ya da söyleyemediğine bakmak ilginçtir.

Son yirmi yılda 1999 Depremi’nde yıkılan şehirler de dahil olmak üzere her yer bir inşaat alanına döndü. Asla imara açılamaz denilen deprem toplanma alanları bile inşaata açıldı. Bahçeli gecekondular kentsel alandan silindi ve yerlerine gökdelenler geçti. Kıyılar beton yığınına döndü, deniz dolgu alanlarında patlama oldu. ‘Toplu konut’ ve ‘kentsel dönüşüm’ politik söylemin en çok kullanılan sözcükleri oldu. İslam mimarisinin temel kaidesi olan hiçbir yapının bulunduğu yerdeki cami minaresinden daha yüksek olamayacağını kimse hatırlamadı bile. İstanbul Boğazı’na paralel yeni bir kanal açmak, her biri milyon nüfuslu yeni şehirler kurmak için olağanüstü mesai harcandı. Bu inşaat arzusunun önünde engel olmasınlar diye ilgili yasalarda defalarca değişiklikler yapıldı. Yerel kurumlar işlevsizleştirildi. Bu talan sürecine karşı çıkanlar Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve diğer tutuklu isimlerin şahsında baskı altına alındı vb.

Bütün bu gözü rant bürümüş siyasal sistem içinde geçmişte inşa edilen deprem kültürü bugün bir tür “mecburi deprem kültürü”ne, hatta “mecburi siyasete” dönüşmüş görünüyor. Zira toprağın her metrekaresinin inşaat olarak değerlendirildiği bugünün şehirlerinde sığınılabilecek bir inşaatsız alan dahi bırakılmadıysa, ‘yaradana sığınmak’tan başka bir çare kalmamış demektir. Türkiye’de muhafazakarların, şehirleri getirdikleri durum aşağı yukarı budur.