Yazı için yığılmış konular arasında seçim yapmaya çalışırken Erdoğan’ın TESK Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma başladı. Hem de olağan yayını keserek her konuşmasını veren TV kanallarını değil, internetten yayın yapan eleştirel kanallardan birisini dinliyorken başladı konuşma. İnanmazsınız aynen şöyle dedi: “… Türkiye’nin demokrasi konusunda eksiği, gediği, sıkıntısı yoktur…”. Sanırım bu iddialı cümleyi dünya üzerinde kurabilecek ikinci bir politikacı ya da yönetici bulmak zordur.

Belki de dünyanın en uzun, en haklı ve en barışçıl eylemi olan Cumartesi Anneleri’nin zorbaca engellendiği, siyasetçilerin, milletvekillerinin, öğrencilerin, her meslekten binlerce insanın haksız yere tutuklandığı, hâkimlerin otobüslerle yürütmenin ayağına götürüldüğü, tüm özgürlüklerin boğulduğu bir ülkede, nerede ise ekonomik değerlerinin tümünü kapsayan anonim şirketin başına kendisini, vekilliğine de damadını atayan bir ağızdan duymak adeta “yalanın iktidarı” kavramının somutlaşmış haliydi.

Erdoğan’ın konuşmasının ekonomiye ilişkin ilginç bir çerçevesi vardı. Ancak sonucu süper! “Bu kriz bizim krizimiz değil!” sanırım herkes rahatlamıştır! Bu cümleyi “Ekonomiyi bu noktaya kimler getirdi ise faturayı onlar ödesin” anlamında söylemediği açık. Eksik olan “bizim” derken kimi kastettiği ve krizin “kimin krizi” olduğunu söylememiş olması. Öyle ya, kriz kiminse faturayı o ödemeli. Vatandaşımızın artan gıda, eğitim, akaryakıt, doğalgaz, elektrik faturalarını kime göndereceğini bilmesi için, krizin kime ait olduğunun acilen açıklanması gerekir!

Konuşmada açıklanan tedbirlerin ekonomi yönünden eleştirilerini BirGün’ün yetkin ekonomi yazarları yapacaktır. Benim dikkatimi çeken, konuşmadaki “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı (ki bunu faizi arttırın talimatı olarak okumak gerek), dövize endeksli ihale ve sözleşme yasağı, kamuda ve kamu harcamalarında tasarruf, üretim ve verim ekonomisine geçiş, serbest piyasaya bağlılık, bir dönemin başarılı (aslında ‘15 günde 15 yasa’ ile başlayan yıkım dönemi) sayılması, tamamlanmamış projelerin ertelenmesi, dış etkilere manipülasyona vurgu” gibi başlıkların CHP dahil olmak üzere bir kısım muhalefetin çözüm önerileriyle uyumlu olması. Nerede ise tek fark “Damadın görevden alınması” kaldı!

Tam burada başka bir krizi hatırlatmak istiyorum: Yunanistan Krizi.

Yunanistan ve ülkemizin özellikle ekonomik dinamiklerinin benzer ve ayrı yönlerine rezerv koyarak birkaç benzerliğe değineceğim. Bu benzerlikler her şeyden önce yaşadıklarımızın sadece bize özgü olmayan dinamikler içerdiğinin farkına varmamız açısından önemli.

Yunanistan’da da kriz, iktidar tarafından “Yunanistan savaşta” denilerek gerçekliğinden, siyasi ve ekonomik dinamiklerinden koparılmak istendi. Adeta siyasi tercihlerden bağımsız baş edilemez bir canavar gibi tasvir edildi. 2010 Haziranında Atina Başsavcısı sosyal medyada Yunanistan’ın kriz yaşayacağını iflas edeceğini yazanlar hakkında soruşturma başlattı. Göçmenler ve sığınmacılar krizin sorumlusu olarak gösterilmeye başlandı. “Yabancıya” benziyor diye, daha koyu tenli diye binlerce insan tutuklandı. Yunan borsası yerli ve milli olarak kutsanırken, yabancı piyasalar tu-kaka ilan edildi. Tüm bunlar olurken iktidarda ağırlıklı olarak sosyal demokrat hükümetler vardı. Yaşananlar sonrasında sosyal demokrat partiler inanılmaz oy kaybı yaşarken aşırı sağ partiler, Nazi partileri ve “Radikal Sol” yükseldi. Daha sonra benzer süreçlerin yaşandığı birçok ülkede, yani kapitalizmin/neoliberalizmin krizine güçlü karşılık veremeyen, hatta aynı reçetelerle yaklaşan sosyal demokrat/sosyalist partilerde ciddi oy kaybı yaşandı. Bu olgu siyasete “Pasoklaşma” kavramını hediye etti. Uzun yıllar iktidarda kalmış partilerin, sonu gelmiş kapitalist sisteme cepheden karşı çıkmadıkları, çıkamadıkları için bu süreci yaşamaları anlaşılabilir. Ancak hiç iktidara gelmeden, muhalefette iken solun/sosyal demokrasinin bunu yaşaması Pasoklaşmanın özgün bir formu olsa gerek. Pasoklaşmanın en önemli dinamiğinin ekonomik olduğu unutulmamalı ve genel olarak muhalefet, iktidarla çözüm önerilerinin benzerliğine kafa yormak zorunda.