“Garson” diye seslendi kaba bir kadın. “Bir çay alabilir miyim?” Çay ocağı iki yüz metre ötede ve az önce eşi çay istediğinde bu kadının bardağında sadece bir parmak çay vardı. Çayı o anda da isteyebilirdi ama benim dört yüz metrelik bir yolculuk yapıp masaya bir kez daha çay getirmemde bir sorun görmedi. Çünkü o müşteriydi, ben de bir garson. Yemek söyleyip kürdan isteyeceği ana kadar geçen sürede aramızda köle efendi ilişkisi olacaktı. Bu dünyanın en doğal işiydi.


Haziran 2020’de bir köy evi kiralayıp Assos’a taşındık. Şamata Beach diye bir karavan kampını mekânımız belledik. Sahipleri Seher ve Ahmet’le arkadaş olduk. Boş günlerde beraber denize girdik, akşam yemeklerini bazen köy evinde, bazen plajda yedik. Ekibe yeni eklenenlerle, mesela Cihan Abi ile de zamanla yaren haline geldik. Yaz başlayıp “İstanbullular basınca”, personel yetmez oldu. Böyle anlarda kollarımızı sıvayıp biz de garsonluk yaptık. Normal zamanda da tabaklarımızı taşımak, getir götür işlerine yardım etmek alışkanlık haline geldi. Üst paragrafta anlattığım olayı da bu yaz yaşadım. Herhangi bir hizmet sektörü emekçisinin gün içinde yüz defa karşılaştığı durum.

Babamın akücü dükkânında Arapça bereket duası olan bir kâğıdın altında, Türkçe olarak “Müşterimiz velinimetimizdir” yazardı. Daniel Kahneman’ı doğrularcasına, çocukluğumda okuduğum bu tabelayı İslam’ın şartı gibi bellemiş, sorgulanamaz bir hayat kuralı haline getirmiştim. Yıllar sonra bir gün şunu fark ettim: “Ben bu sözle kavgalıyım. Bana, yaptığım işe ve iş arkadaşlarıma saygı duymayan müşterinin cehennemin dibine kadar yolu var.”

***

Müşteri gerçekten velinimetimiz mi? İçtiğimiz çayı, yediğimiz yemeği getiren kişiler her türlü kabalığa katlanmak zorunda mı? Bir mağazaya girip onlarca giysi deneyen, çıkardıklarını buruşturup bırakan, ona yardım etmeye çalışan görevliyle bir kez göz teması bile kurmayan “müşteri” ile “veli” ve “nimet” sözleri bir araya gelebilir mi?

Bir arkadaşımın üniversiteye giden yeğeni bazen tek gofret için kurye çağırıyormuş. Görünüşte saygılı genç bir insan, nasıl bu kadar düşüncesiz olabilir? Açtım telefonu sordum. “E, bu da kuryelerin işi” dedi. “Kurye dediğin zor şartlarda geçimini sağlayan bir emekçi. Muhtemelen çalıştığı şirket kusursuz müşteri memnuniyeti adına onları buna zorluyordur. Çünkü bu sinsi şirketler için memnuniyetsiz bir müşteri yorumu, kaza geçirip ölecek isimsiz bir kuryeden daha önemli olabilir. Peki sen bir birey olarak bu ateşe neden odun atıyorsun?”

Gofretçi genç bir “faydacı” olduğunun farkında değil, ona bu yaptığı dünyanın kanunu gibi geliyor. Çünkü “faydacılık” susayınca su istemek, “faydalılık”sa susamadığımız bir anda bir bardak suyla bakışıp, doğal kaynakların hoyratça tüketilmesine karşı çareler aramak. Her ikisi de “fayda” kökünden gelen bu iki sözcük, kapitalizm ve sosyalizm kadar yapısal farklılık içeriyor.

Yirminci yüzyıla kadar “faydacılık” bu ölçüde hâkim değildi. Ford meşhur bant sistemini geliştirdiğinde “faydacılık” kavramı bir devrim yaşadı ve hızla dünyaya hâkim oldu. Artık sıkılan her vida, o vida için harcanan her alın teri, bu terin sahibine ödenen her kuruş denetim altındaydı. Denetim gücünü elinde tutan kapitalizm örgütlüyken, emeğin sahibi insanlar örgütsüzdü ve bu durumda sömürü hiç olmadığı kadar kitleselleşti. Sosyalistler yıllarca dişe diş kavga vermese şu anda ortaçağdan beter bir hayat yaşıyor olurduk. Sigortadan emekliliğe, iş saatlerinden doğum iznine kadar tüm kazanımları patronların şefkati nedeniyle değil, solcuların mücadelesi sayesinde kazandık. Bu gerçeği unutmamız isteniyor, çünkü unuttukça kazanımlarımızı birer birer geri alacaklar ve alıyorlar.

***

Faydacılığın türlü çeşitleri var: Felsefeci arkadaşım bir seminerde Cogito’nun özerkliğini yitirişinden bahsederken bir dinleyici elini kaldırıyor ve “Yüzde verebilir misiniz?” diyor. “Cogito son on yılda epistemolojik olarak %20 değer kaybetti” dese mesela, dinleyici tatmin olacak. Yüzdeler ve sayılar yoksa bu boş bir konuşma olmalı… Bir başka tanıdık da benzer bir deneyimi Turgut Uyar’ın “Anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü” dizesini alıntıladığında yaşamış. Biri kalkmış ve ciddi ciddi şunu sormuş, “Bu ifade, annesini kaybetmiş tayların ruh halini inceleyen bilimsel bir veriye mi dayanıyor?”

“Bunun sayısal verisi nedir?” diye sormak sanıldığı kadar masum bir davranış değil. Can Kozanoğlu “sayısal değerler iktidarını” otuz yıl önce yazmıştı. Garsondan taksit taksit çay istemek veya kurye şirketinden gofret sipariş etmek de aynı kapıya çıkıyor. Her durumda “tüketici” sabırsız ve kendini dünyanın merkezine koyuyor. O değerli vaktini zinhar harcayamaz, parasını ödediği “hizmetçi” en hızlı ve net şekilde talebi yerine getirmeli.

Anlatımın anlamını değil anlamın anlatımını, romanı değil romancının PR faaliyetlerini, bütünü değil bize özel harmanlanmış özetini takip ediyoruz. Bunu keşfeden esnaf hatipler veya hınzır köşe yazarları da köşeyi dönüyorlar. Şimdi varsa yoksa bol alıntılı, bol verili, (düz değil) dümdüz yazılar…

Hizmet sektöründe çalışanların hizmetçi olmadığını, hayatı anlamaya çalışan felsefecilerin hayatı sayılara indirgemeye çalışan “araştırmacı”lara benzemediğini faydalı insanlar bilirler.

Sözün özü garsonlara, kuryelere ve filozoflara çok yüklenmemeli, içimizdeki “faydacı”yı daha fazla dizginlemeliyiz.

Aksi halde, cehennemin dibine kadar yolumuz var.