Mevcut iktidarın gerileme emareleri gösterdiği şu günlerde herkes kendi “güvenli çıkış” planını yapıyor. Yıllardır gazetecilik kisvesi altında “tetikçilik” yapanları, tüm siyasi kariyerini iktidara bağlayanları, yandaş patronları, “küçük reisleri” bir telaş sarmış durumda. Kimisi şerit değiştirip “orta yola” geçmeye çalışırken kimisi çoktan başka diyarlarda ikbal aramaya başladı bile. Belli ki bizlerin tam manasıyla göremediği fakat onların “sezdiği” bir şeyler var.

Erdoğan, AKP’nin ne denli kan kaybettiğini muhalefetten çok daha iyi biliyor. Partinin bu haliyle toparlanma imkânının olmadığının farkında. O nedenle termik santral ve Simit Sarayı vakasında tecrübe ettiğimiz gibi kendi kampanyasını günbegün partisinden ve emri altına aldığı kurumların performansından ayırmaya gayret ediyor. Bunu yaparken zaten tel tel dökülen yapıları daha zayıf ve beceriksiz hale getiriyor. Bugün böyle yarın şöyle demek zorunda kalan AKP’liler, yüksek bürokratlar, sahibinin sesi köşe yazarları birer mizah objesine dönüşürken Erdoğan kendini kamu menfaatinin yegâne savunucusu olarak göstermeye çalışıyor.

Erdoğan’ın Kanal İstanbul inadı ya da Libya’daki iç savaşa doğrudan müdahil olma tercihi birbirinden bağımsız gündem maddeleri değil. Çünkü tek adam rejimi ancak içeride “çılgın”, dışarıda saldırgan bir politikayla sürdürülebilir. Suriye dışında yeni askeri cephelerin açılması, Doğu Akdeniz’deki gerilimin artması, Ortadoğu’daki restleşmenin Kuzey Afrika’ya taşınması, kamuoyunun dikkatini başka yere çekme çabasının yanı sıra iktidar blokunun çözülmesini engelleme taktiğinin bir parçası. Bu maceraperest hamleler aynı zamanda AKP-MHP bloku dışında kalan ama “ulusalcı” refleksleriyle Saray’a angaje olanlara da şirin geliyor.

Bu esnada HDP’li belediyelere kayyum atanmasına karşı güçlü ve ortak bir ses çıkaramayan muhalefet Urla örneğindeki gibi kendisine yönelik saldırılara zemin hazırlıyor. İktidar bloku İstanbul ve Ankara’yı hem “içeriden” hem “dışarıdan” top atışına tutarken “biz işimizi iyi yapalım bir sonraki seçimde semeresini toplarız” naifliğine kapılmak ayağına kurşun sıkmakla özdeş bir tavır.

Sinan Aygün gibilerine zamanında vekillik veren, sağcılara kucak açan CHP’nin hâlbuki sürekli alarmda olması gerekir. Vekil seçimine dair özeleştiri mekanizması işletmeyen parti yönetimi yakın geçmişin yükünü sırtında taşıyor ve bedel ödüyor. Yavaş’a, Aygün’ün iddialarını fırsat bilerek İçişleri Bakanlığı’nın müfettiş göndermesi muhalefeti bir an önce kendine getirmeli. Sineye çekmeye devam ederlerse iktidarın yarın daha ağırını İstanbul için deneyeceğinden kimsenin şüphesi olmasın.

Sosyal demokratlar hem dünyada hem Türkiye’de tarihin en büyük kafa karışıklığını yaşıyor. Mevcut düzenin nasıl yıkılacağına dair en ufak bir fikirleri yok. Sadece iktidar ortağı olup demokratik hukuk devletinin asgari koşullarına geri dönmeyi umut ediyorlar. AKP’nin mağdur ettiği milyonlarca insanın bunu bir “devrim” olarak karşılayacağını düşünüyorlar.

12 Eylül’den bu yana devam eden sağcılaştırma operasyonunun başarılı olduğunu, artık geriye dönülemez bir noktaya gelindiğini varsayan kimi “muhaliflere” göre zaten emek mücadelesine dayalı bir programın artık geçerliliği yok. Yeni dönemde “birlik ve beraberliğe” çok ihtiyaç duyulacağından “laik patronları” küstürmemek gerektiğini iddia etmek için sadece uygun zamanın gelmesini bekliyorlar. Ehlileştirilmiş bir kapitalizm ile demokratik reformların el ele yürüyeceğine inanacak kadar liberal kirlenmeye maruz kalmışlar.

Laikliğin sınıfsal bir yanı olduğunu kabul etmeyen, kitlesel seferberliği ve kolektif dayanışmayı ulusalcılığın sınırlarına endeksleyen, barış talebinin anti-emperyalist siyasi duruşun bir parçası olduğunu idrak edemeyen ama kendini bir seçenek olarak halka sunmaya çalışanlar bilerek ya da bilmeyerek düzenin devamını sağlıyorlar.

Türkiye’nin sol, ilerici devrimci birikimi iktidar karşısında patinaj yapanların insafına terk edilemez. Siyasetin kendini ve hitap ettiğini dönüştürme eylemi olduğunu unutan ana akımcılık veyahut merkezcilik solun potansiyelini yiyip bitiriyor. Sağın vasatını toplumsal realite diye yutturmaya çalışanlar, net duruş sergilemekten uzak duranlar, solu yedek güç olarak görenler iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Buna artık dur demenin zamanı geldi.

Şimdi Sol Parti ile yeni bir başlangıç yapıyoruz. Geçmiş hatalardan ders alan, toplumsal dinamikleri büyütme, birbiriyle ilişkilendirme ve güçlendirme hedefiyle kendini yeniden örgütleyen ve “memlekete sol lazım” diyen bir iradeyi, bir çağrıyı elden ele, dilden dile genişletiyoruz. Babacanlara, Güllere mahkûm değiliz diyoruz. Kurtarıcı arayanlara gerçek çıkış yolu örgütlü halkın mücadelesidir diye haykırıyoruz. Gelin omuz verin, bu düzeni birlikte değiştirelim.