Son yıllarda birçok müzisyen dostum İstanbul’dan kaçtı. Daha ufak ve sakin yerlere. Kimi organik tarım yapıyor, kimi ufak bir meyhane işletiyor, kimi hediyelik eşya üretip onları satıyor. Hepsi emeklilik yaşını çoktan geçmiş olmalarına rağmen yaşamak için hâlâ çalışmak zorundalar.

Yani sanmayın ki ikinci baharları hamakta uzanıp içkilerini yudumlayarak, deniz kenarında yürüyüş yaparak akşamları da şöminesi gürül gürül yanan eski bir köy evinde film izleyerek kitap okuyarak geçiyor.

Yaşamak için çalışmak zorunda birçoğu. Sizleri yanıltmasın sosyal medyada ve magazin programlarında -hâlâ var mı bilmiyorum- boy gösteren ünlü sanatçıların gösterişli yaşamı. Birçok değerli müzisyen ve yorumcu pandemi döneminin de olumsuz etkisiyle çok zor günler geçiriyor. Zira özellikle ülkemizde günübirlik yaşıyor müzisyenler. Bohemlikle, naiflikle ağır ekonomik koşullar arasında kalmış birçoğu. Ama sorsanız bir daha dünyaya gelselerdi yine bu mesleği seçerler miydi diye; birçoğunun “evet” diyeceklerine adım gibi eminim. Ben de bunlardan biriyim. Yıllardır niye müzisyen olduğumu, müzik yaparken de dinlerken de niye bu kadar mutlu olduğumu hep düşündüm hatta sorguladım. Müziğe ilk başladığım yıllarda yani gerçek dinleyicinin olduğu yıllarda işin en azından bir duygusal boyutu ve tatmini vardı.

İnsanlar şarkılarımızı -popüler ya da bilinmeyen- sessizce dinliyorlar, alkışlıyorlar ve de “aman ne eğlendik ne eğlendik” görgüsüzlüğüne düşmeden, bir konserde olmanın müzik dinlemenin zevkiyle evlerine dönüyorlardı. Bazıları ise konser sonrası uzunca bir süre bekleyip bizlere kaset ya da CD’lerimizi imzalatıyor bir şarkımız ya da bizler hakkında merak ettiklerini soruyorlardı. Şimdi yazarken buldum, bize ve yaptığımız işe saygı duyuyor, ilgi gösteriyor ve dolayısıyla da kendimizi önemli hissetmemizi sağlıyorlardı.

Diğerleri ise özgürlük hissi, kendini anlatma ihtiyacı ve bir şarkıyla dünyayı değiştirebilme gücüne olan inanç. Evet biraz ütopik bile olsa şahsen beni müziğe iten en önemli sebeplerden biri de buydu. Benim başardığım söylenemez ama Bob Geldof’un girişimiyle Etiyopya’daki açlığa dikkat çekmek için gerçekleştirilen ve dünyanın yaklaşık yüzde 40’ının naklen izlediği “Live Aid” konserleri, Zülfü Livaneli’nin Ankara Hipodromu’nda verdiği ve 500.000 kişinin katıldığı “Güneş’le Geliyoruz” konseri. 8 Şubat’ta bir kez daha saygıyla andığımız Cem Karaca’nın, Âşık Mahzuni Şerif’in, Melike Demirağ, Edip Akbayram ve Grup Yorum’un şarkıları, Victor Jara, İnti İllimani,Pink Floyd, John Lennon gibi besteci ve gruplar benim bu hayalimi gerçeğe dönüştüren isim ve olaylar.

Evet, her sahneye çıkan insan diğer meslek sahiplerine göre egosu yüksek bir insandır. Sanırım bu; beğeniler, alkışlar, hayranlıklardı bizi müziğe ve sahneye iten. Sonrasında anlatılamaz bir adrenalin hissi.

Sahneye çıktığınız andan itibaren rakibi sadece kendiniz ve performansınız olan adına konser denilen büyük bir mücadele. Tek bir notayla başlayıp alkışla, terle, ışıkla, sesle, emekle devam eden selamlamayla biten dünyanın en güzel maçı. Öyle bir maç ki ne galibiyet ne mağlubiyet, sadece ve sadece “beraberlik” var. Müziğin, şarkı söylemenin, dans etmenin, kısacası insan olmanın birlik ve beraberliği.