Önemsiz Günler ve Haftalar-15

HAFTANIN ÜZÜMÜ

“Mis gibi şeftalinin sırasıdır şimdi/Haziran maziran derken o da çıkacak/aldatılmış ruhum çıkacak/adım deliye çıkacak” der Mehmet Taner “Mis!” şiirinde. O der de ben durur muyum, iyi okuruyum, iyi okur bildiğini okur, ben de “mis gibi haziranın sırasıdır şimdi” diye okurum ilk dizeyi.

Merak buyurmayınız, elmaya da sıra gelecek, sanki biri bana ‘hişt hişt’ dedi, ben de onu ‘elma nerede?’ diye anladım. Elma dalda, yazı yolda diyelim. Elmasız olur mu hiç, “dosttan bir elma geldi”, o elma ne güzel elmadır! “Eylül” diye bir şiir yazıp, “Bir gecede gittimdi hazirandan eylüle” demiş de bulunduğum için, haziranda söz şeftalininse eylülde de üzümündür diyerek güze, ve söze başlamış bulunuyorum.

Gözü yaşlı olmaya benzer güzü de gamlı sayarız. Güzün deriz, hüzünle yalnızca ses değil duygu benzerliği de buluruz. Üzüm deyince de üzüntüyle, üzülmekle… Üzümün güzgelişi bile ona keder kazandırmaya yeter. Yanlış da değildir, o kırılmış, koparılmıştır. Asma dalından koparılırken daha başlar üzüntüsü. Bağbozumu sözcüğü ile akla hemen bağların bozulduğunu, kışın geldiğini, şenliğin yerini uzun bir yalnızlığa, kederle örtülü bir kışa, ıssızlıkla kaplı ovalara ve soğuk, üşümüş bir kalbe terk edeceğini duyurmaz mı? Bağlar Gazeli gibi yaprak dökerken bulmaz mıyız üzümle birlikte kendimizi de?

Buraya kadar okuduysanız, “eylülist” olduğumu düşünüp yine gazele bağlayacak, hicrana saracak, içimizi karartmasa bile sarartacak diye düşünmüşsünüzdür. Yerinizde olsam öyle düşünürdüm. Gelgelelim değil, ne kederi ne gamı ne sarartısı ne de üzüm üzüm üzülmesi! Ya nesi? Üzüm güzellemesi.

Eylül başında, marketin önünde durdum, İdil’e “üzümleri seyredeceğim” dedim, seyrettim. Seyri de güzel. Sanki güzel bir tören geçidi, güzeller geçişi gibi baktım. ‘Ağzım açık baktım, durdum’ derdim geçen yıl yazsaydım bu yazıyı, maskeliydim ama gözlerim de kapalı değildi ya! Güz daha yeni, bir ara 9-10 kadar üzüm çeşidi gördüydüm markette. Adları da güzel, çavuş, razakı, misket, karalahna, kuş üzümü, kınalı yapıncak, Şiraz, “kara üzüm habbesi”ni unutur muyum ve Bektaşi Üzümü. Eskişehir’de “etle rakı, Tatarın hakkı” denir. Eskiden öyle denirdi, Tatarlar et yemeyi ve rakı içmeyi sevdikleri için. Umarım çıkıp ‘sen Tatarlara sarhoş mu diyorsun?’ diye hesap sormaya kalkmaz birileri! Üzümle Bektaşi de güzel uymuş birbirlerine! Bu konuda gönlüm rahat, Alevi-Bektaşi kültüründen olduğum için, üzümü severiz, suyunu da severiz, şarap olur, rakının da anasıdır, sevilmez mi üzüm? Eskiden “Üzüm Kızı” diye bir rakı varmış. Üstelik Cumhuriyet değil Osmanlı rakısı! Bir rakı yazısı yazacağım ve orada Erdir Zat’ın hazırladığı Rakı Ansiklopedisi’ndeki (Overteam, 2010) sayısız rakının adlarını anarak bir yazı yazacağım. Adlarına bakarak çakırkeyif oluyor insan!

Çakırkeyif mi dedim, durun, aman! İşte üzüm için en şahane sıfatlardan biri. Üzüm de çakır sayılır. Seyretmesi, yemesi de keyif. İkisi de Egeli olduğundan mı ne zeytinle üzümü kardeş tohumlar sayarım. Üzümü zeytin yerine, zeytini üzüm niyetine yemeyi de severim. Kardeşler de bir olmaz, ama kardeştir, üzümle zeytin gibi. İki zaman gibi. Zamanı kendileri olan. Daha zaman yokken varlığından neşe tüten üzüm, kız kardeş, ve onun uzak, yalnız, bilge kardeşi zeytin, ağabey.

Üzüm ağlamış da gülmüş gibi. Gözyaşı üzerinde duruyor daha. Yağmur sevinci de olabilir, bir damlanın üzümle tanışmasının mutluluğu da. Kıvırcıklara, tazelere, yeşillere su serptikleri gibi manavların, üzüm de içimize su serper, güzü de göreceğiz güzel günleri de der. Üzüm umuttur. Bağlılıktır, vefadır, dayanışmadır, yakınlıktır, güzbirliğidir ama güçbirliğidir asıl, üzüm “çokluk senindir.

Üzüm hakkında sözüm çoktur, Cem Karaca’dan dinlediğim “Bağında üzüm kaldı” türküsünün ikinci dizesindeyim hep, “yemedim gözüm kaldı”. Seyretmesi güzel, yemesi güzel, yazması da güzel. Yazmazsam gözüm kalır üzümde hep. Şiir, yazı, anı. Bağcıyı sevmesen de, üzümü ye!

Bu hafta git üzümlere bak, aynada gönlünün seyrine çıkmışsın gibi bir hoş olacak için! Bak, benden söylemesi. Ben gidip bu hafta da üzümlere bakacağım tek tek, salkım salkım. Üzüm, güz arkadaşım.

Bİ LİNÇSİZ HAFTAMIZ OLMAYACAK MI?

Olmalı, olacak, istiyoruz! Yıllar önce Radikal gazetesindeki haftalık “Açık Mektup” köşemde “Bi-Linç” başlıklı bir yazı yazmıştım. O zaman daha çok fiziksel linç girişimleri gündemdeydi. Tutuklu aileleri kimi kentlere sokulmuyor, giren üç-beş kişi öldüresiye dövülüyor, kentlerin valileri, belediye başkanları, yöneticileri, partilerin il başkanları da, linç edenleri değil, edilmek istenenleri ‘bozguncu, kışkırtıcı, mihrak’ olarak ‘huzur ve güven içindeki kentin dirliğini bozmak, milli birlik ve beraberliğe zarar vermek’le suçluyorlardı! Linç girişimini onaylıyor, linç edenleri haklı çıkarıyorlardı! Üstelik solcu başkanlar da vardı içlerinde!

Şimdilerde de linç sürüyor, daha çok da ‘yabancı’lara karşı. Kendimizden saymadığımızı, bizden olmayanı sevmediğimiz, hatta daha ileri gidip düşman ilan ettiğimiz bilinen şey. Hasletlerimiz arasında! Şimdi ilk fırsatta, bir yudum suda boğacağımız, hep birlikte linç edeceğimiz, yeni düşmanımız, Suriyeliler elbette ya da diğer kara yazılılar. Bir de siyasi görüşü nedeniyle düşman olduğumuz insanların ölülerine karşı linç girişimimiz de oluyor, mezarlığa gömdürmüyoruz, gömseler de çıkartmakla tehdit ediyoruz, kimi, ölüyü! Linç etmek istediğimiz kişinin canlı olması gerekmiyor, ölüsü de olur, oluyor! Ülkenin ana muhalefet partisi başkanının, ülkenin başkentinin, yani ortasının, yakın bir köyünde linçten canını zor kurtardığı daha ne kadar oldu şunun şurasında kardeşler? Biz 40 kişiyiz, kırkımız da birbirimizi biliriz! Biliriz, haddini de bildiririz yani!

20 yılı geçmiş “Bi-Linç” yazısını yazalı. O zamanlar şimdiki gibi troller, sosyal medya linci olmadığı için, linç hem fiziki olarak yapılıyordu hem de televizyon ve gazeteler kanalıyla. Şimdi de yancı, yavşak medya tarafından yapılıyor ama, asıl linç troller tarafından internette gerçekleştiriliyor. Onlardan olmayan biri, daha cümlesini bitirmeden başlıyorlar ve lince uğrayan hemen herkes yeniden ne demek istediğini anlatmaya çabalıyor ama, dinleyen kim? Hani soruşturma açılmasını, sorunun yargıya taşınmasını ister hale geliyor insan. Çünkü linç mitolojik bir yaratık gibi, görülmemiş bir canavar, kaçkollu kaçdilli kaçgözlü, bilen de yok bilineceği de!

Yazmamak, konuşmamak, söylememek, görünmemek, tartışmamak…Ancak bunları yaparsan kurtuluyorsun linçten, başka türlüsü olası değil! Sanmayın ki yalnızca iktidar yanlıları, troller yapıyor linci, “akrabanın akrabaya ettiğini akrep etmez akrebe” diyebileceğim, başka bir şey söylemeye de gerek yok ve aynı mahalleden olduğumuz insanlar da yapıyor! Yeni değil ama, galiba linç bir popüler kültür ögesi olarak çoktan ‘kitle kültürü’ olmuş durumda. Öyleyse bu durumda, “imtiyazsız kaynaşmış linçsever bir kütleyiz” demekte de bir yanlışlık yok!

Ezcümle, kimsenin kimseyi sözlü, yazılı, fiziki olarak linç etmedği bir hafta yok mu? Yoksa bu bile çok mu? Yoksa “bu işin mümkünü yok mu oyy babo?”


Bir Sofra

Bir sofra kuruldu uzun ince
Etrafında sayısız sandalye
Sen bir uçta ben bir uçta
Sanırlar ki;
Aramızdaki sadece masa.

Bir sofra kuruldu salaş
Herkes eş dost arkadaş
Sen bir uçta ben bir uçta
Diyorum ki;
Lafı uzatır mısın biraz daha.

Bir sofra kuruldu gölgede
Ağaçta bülbüller de sohbette
Sen bir uçta ben bir uçta
Kim derdi ki;
Gülüşün takılacak dudağıma.

Bir sofra toplandı bol bulaşıklı
Kahkahası sağa sola dağıldı
Sen bir uçta ben bir uçta
Bilmezsin ki;
Tadım tuzum kalmayacak kalktığında.

Ceren Eker