Ülkesini bir karayı değil, bir adayı sever gibi mavi bir duyguyla sever insan. Mülkiyetten, mal mülk hırsından, açgözlülükten, ranttan uzak durur. Sevdiği şehirlerin ‘ucube’ gökdelenlerle, AVM’lerle doldurulmasına göz yummayan, izin vermeyen, faşizmin, ırkçılığın ve gericiliğin penesine düşmeyecek akıl, görüş ve bilinçte olur çocuklarımız.

Önemsiz Günler ve Haftalar-27: Haftanın “Lüzumsuz Adam”ı

İzmir’e gittiğimde, Bostanlı’dan Alsancak’a Attila İlhan vapuruyla geçiyorum. Hatta bir hatıra fotoğrafımız bile var Kaptan’ın vapuruyla. Yani nam-ı diğer ve değer Kaptan’la. Ne zamandır trene binip bir yere gittiğimiz de yok ama, Nâzım Hikmet’i geçtim, bari Yahya Kemal Beyatlı treni olaydı da, Ankara’ya onunla gideydim, romantik olacağı kuşkusuz da ayrıca ironik de olurdu! Düşünsenize Yahya Kemal treniyle Ankara’ya gidiyor ama, İstanbul’a Nâzım Hikmet treniyle dönüyorsunuz!

Bir de hayal bu ya, salgın geçiyor, yollar, denizler, gökyüzü açılıyor, yavaş yavaş da olsa insanlar yollara düşüyor yine. Sait Faik vapuruyla Ada’ya gidiyoruz, hangisi mi, elbette Burgaz’a! Heybeli’si de var Büyükada’sı da, Kınalı’sı da ama, önce Burgazada’ya! Çakır’ı küstürmek olmaz!

Olmaz da, öyle bir vapur yok ki! Yoksa var mı dur bir Şirket-i Hayriye gemilerinin adlarına bakayım, varsa, hem Şehremini’ye hem de Sait’e rezil olmayayım! Yokmuş ama 2008’de Radikal yazarı Hakkı Devrim, zamanın belediye başkanına ‘bir hayalim var’ demiş, “Boğaz’ı Sait Faik, Orhan Pamuk ya da Yahya Kemal vapurlarıyla gezmek istiyorum.” Şair Nedim, Tanpınar, Orhan Veli, Abdülhak Şinasi Hisar, Selim İleri vapurlarını da ben ekleyeyim. Vapurlara semt isimleri verme geleneği varmış, o nedenle olmamış. Ama bazı ünlülerin adını taşıyan vapurlar yok mu, var sanıyorum.

“Gençliğimiz var, geleceğimiz var”, Ekrem İmamoğlu seçilince umudumuz da var oldu, ama iktidar hem çalıştırmadığı hem de her türlü engeli önüne çıkardığı, ardından da Covid-19 çıktığı için, ‘köy yanarken saçını tarıyor’ demesinler diye bu konudaki yazılı önergemizi veremedik! Hoş, versek bile, kendilerince ‘yerli ve milli’ şairleri öne sürerler!

Ben buradan söylemiş olayım. Nasılsa günün birinde öyle bir vapur, içinde Sait Faik etkinlikleri de yapılarak, “yandan çarklı ada vapuru” yani, şinanay da şinanay gider gelir, güneş içindeki denizlerimizle mavi içindeki gökyüzümüz arasında!

Benim asıl önerim okullara ‘Sait Faik dersi’ konulması. Zaman zaman ‘Çocuklarımıza nasıl kitap okutacağız?’ diye toplantılar düzenlenir, yazarlara, eğitimcilere, pedagoglara sorulur. Sorulur da gün günden bu sorun daha da beter olur.

İngiltere’de nasıl liselerde Shakespeare ağırlıklı olarak okutuluyorsa, bizde de Türkçenin en öncü yazarı Sait Faik okullarda ders olmalıdır. Ders kitaplarında var zaten, demem o değil! Ortaokuldan başlayarak, seçmeli değil ana ders olarak “Sait Faik dersi” konulursa, liseye başlayıncaya dek çocuklar, serazat, başında ada rüzgarları esen, özgür ve mavi ruhlu bir yazarla tanışıp, ondaki ‘serbest Türkçe’nin tadına varacak ve Orhan Veli’nin “Dalgacı Mahmut”u kıvamındaki birinin, bir dilin en önde gelen yazarı olduğuna sevineceklerdir.

Sait Faik, belki de okuduğumuz yazarlar arasında çocukluğu sürdüren, çocuk ruhu taşıyanların birincisidir. Bana kalırsa en çok da “Ben çocukların anlaması için yazıyorum, çocuklar beni anlar” diye yazmıştır. Yoksa bu her türden, boydan ve her cins büyüğün kendisini okumayacağını, okusa da bir tat alamayacağını bilir, bilmiştir. Bu ‘ipsiz sapsız’, ‘işsiz güçsüz’, hatta ana baba parasıyla geçinen, avare, gününü gün eden, topluma kötü örnek olan, bu arada biliyorsunuz toplum çok iyi bir örnektir, gök gözlü yazarı niye okusun ki hem? Aklı başında, yerli ve milli, vatan millet sakarya sevgisiyle yanıp tutuşan, milli, manevi ve ananevi değerlerimizi savunan, kutlu dava yoluna baş koymuş, iman etmiş bunca göğsü imanlı, ahlak sahibi yazar ve şairimiz varken sen tut da...

Öyle ama işte bu millet de biraz tuhaf mıdır ne, yukardaki profile uygun pek çok edip varken, bu kılıksız, çirkin herifin kitaplarını oku, üstelik evvelgiden ahbaplardan olduğu 1954 yılından beri artan bir sevgiyle sev, bağrına bas, vallahi gözlerim yaşardı! Üstelik öyle korkulacağı gibi, kızılcık, solcu molcu da değil yani, mavi! Değil ama tam bir dünya yurttaşı, öyle gericilik, ırkçılık, yobazlık arama, dedim ya ruhu mavi bir defa, bu ne demek, kindar mindar değil laik demek, doğal demek, herkesi, Müslüman’ı, Yahudi’si, Rum’u, hepsini sever ve bir görür demek. En çok da yoksulları, çocukları, balıkçıları, deniz insanlarını, düşkünleri, hayat kadınlarını, çaresiz, mülksüz insanları, kimsesizleri sever ve onları yazar demek. Böylesi bir adam aslında “Lüzumsuz Adam” demek! Sisteme, devlete lüzumsuz ama, insana lüzumlu demek!

Kimseyi küstürmek istemeyen, incitmekten korkarmış gibi yazan bu ‘büyük iyimser’, “Lüzumsuz Adam” öyküsünde “bir insanı sevmekle başlar her şey”in resmini çizecektir: “Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkan yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları çıplak Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avcuma koyacak. O günler belki elbiselerim pek eski olur da içeriye almaz ama; pastanenin madamı kapısının önünde bana bir kapuçina içirir.”

Benim umudum bu dünya iyisi yazarımızda. Aydınlık, pırıl pırıl, gökyüzü gibi kafaları da, içleri de açık, hurafelerle korkutulmamış, karanlıklarda eğitilmemiş, laik, Tanrı’yı zorunluluktan değil doğayı sever gibi kendiliğinden seven, Yunus Emre gibi söyleyen, Hoca Nasrettin gibi gülen, iyi yürekli, şakacı, kadın-erkek ayrımı bilmeyen, tarikat, cemaat yurtlarında okumak zorunda kalmayan, demokrat, arkadaş, aklın ışığında, bilimin yolunda yürüyen, kimseyi dilinden, dininden, mezhebinden, kültüründen, inancından, renginden, giyiminden ötürü dışlamayan, ötekileştirmeyen, kutuplaştırmayan, bu dünyaya “özde ben bir insan olmaya geldim” diyerek gelen, ülkesini severken onu aynı ülkede yaşadığı, havasını, suyunu, göğünü paylaştığı halklara, milletlere zindan etmeyen, hayvanları insanlarla bir tutan, eşit gören, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu unutmayan, toprak anadan geldiğini bilen, farklı görüşlere, inançlara, cinselliklere saygılı, arkadaşlık, dostluk nedir bilen, öyle büyüyen, kadınları, çocukları, gençleri, genç kızları taciz etmeyen, merhamet, adalet, şefkat, iyilik, barış, eşitlik, yardımlaşma, dayanışma ve özgürlük gibi kavramları bilen, yaşayan, başkaları için de isteyen, özverili çocuklarımız, gençlerimiz olsun istiyorsak, bunun yollarından biri okullara Sait Faik dersi koymak ve onu hakkını vererek okutmaktır.

İşte o zaman ülkesini bir karayı değil, bir adayı sever gibi mavi bir duyguyla sever insan. Mülkiyetten, mal mülk hırsından, açgözlülükten, ranttan uzak durur. Sevdiği şehirlerin ‘ucube’ gökdelenlerle, AVM’lerle doldurulmasına göz yummayan, izin vermeyen, faşizmin, ırkçılığın ve gericiliğin penesine düşmeyecek akıl, görüş ve bilinçte olur çocuklarımız. Onları yapanları seçmez, başımıza getirmez. Biz de bir ara karanlık zamanlar geçirdiysek de, Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında yine demokratik, laik, sosyal hukuk devleti Türkiye’deyiz demenin erinciyle yaşar, gözlerimiz açık gitmeyiz.

Sait Faik Haftasında onu okuyalım, salgından sonra Sait Faik Vapuruyla adasına, Burgaz’a gidelim, Adalı’yı sevelim, dersimizi çalışalım.

EĞİLEN

Duyacak başka sözün kalmayınca

Ölüm haberim gelir yerleşir kulak damarlarına

İçinden kocaman bir nehir taşar

Yeni bir dil uyduruverirsin

Önündeki adisyonun arkasına

Çavlanda yalnız bir dal kırığısındır artık

Bir zeytin ağacı gölge olur

Kaybolmamak için birbirine teyellediğin yokluğa

Duvardaki ikinci peşkiri kaldır

Denizin tuzunu çocukluğuna bastır

Fotoğrafçıda unutulan vesikalığım da sende kalsın

Ne çok puhu kuşu dolmuştur şimdi

Köyün semalarına

ALTAY DEMİR