Tabii çoğu şeyi arkadaşlık ve dahi yoldaşlık biçimi diye gördüğüm için şiir de bundan nasibini alıyor. İnsan yola arkadaşlık için çıkar, asla yalnız çıkmaz, yolla arkadaş olur, yolda arkadaş bulur, yolun sonunda arkadaşlığa kavuşur. Ezcümle, dünya arkadaşlık üzerine kuruludur. Yoksa siz başka bir şey üzerine mi sanıyordunuz?

Önemsiz günler ve haftalar-4

ARKADAŞLIK HAFTASI

Çok aranır, zor bulunur, kolay yitirilir şeye arkadaşlık diyoruz. En güzel yıllarımızı, anlarımızı arkadaşlarımızla yaşıyoruz, ama o yıllar geçiciymiş ve bu herkes tarafından biliniyormuş gibi, galiba biliniyor da, bitişine razı oluyoruz. Sonra gelsin dünya işleri! Dünyanın işi biter mi oysa bitmez, bitmiyormuş! Bunu görecek, anlayacak kadar yaşayabiliyorsak eğer, o zaman yeniden ‘nerede kalmıştık?’ diye heyecanla eski defterleri açmaya gidiyoruz. Ama eski defterlerin her zaman aradığımız yerde olduğunu ya da durduğunu kim söyledi? O defterler çoğu kez kaybolmuş, sayfaları eksilmiş, yazıları silinmiş, çok yıpranmış oluyor. Tozlarını almak, okunaklı kılmak, aradığını bulmak çok zaman alıyor. İnsanda da o zamana dayanacak hal kalmıyor.

Ben de, son yıllarda arkadaş kayıplarım arttıkça, herkes gibi kalanları yeniden arama, bulma, görüşme çabasına girdim. Eskişehir’den, Ankara’dan, İstanbul’dan, başka kentlerden, ülkelerden, hatırlamaya çalışıyorum ‘kim gitti, kim kaldı?’ diye. Belki de arkadaşlık bende yitirmekle başladığı ve yitim hep sürdüğü için, arkadaşlıkla ilgili çok yazdım, çok söyledim. Tabii bu arkadaşlarımı yitirmeme engel olmadı, ama arkadaşlığın hatırı kadar hatırası da kıymetli olduğu için onunla avundum. Bazen yitiklerim çoğalınca öyle düşünüyorum. Bizi üzen de yoran da yaralayan ayıran da bu dünya, avutup teselli eden de! Ne tuhaf! Tuhaf ama dünya işte!

Yaşlandın, etrafın boşalmaya başladı, elin telefona gidiyor, sonra birden arayacağın kişiyi kaybettiğin aklına geliyor, her gün olmasa bile haftada bir yaşıyorsun bunu, o zaman da doğal olarak anılara sarıyorsun… Böyle diyebilirsiniz haklı olarak. Tam da buna benzer bir hal içindeyim. Gidenin yerini doldurmak da kolay olmuyor, doğrusu öyle bir şey de olmaz zaten, olmuyor! Ahmet Erhan’ın yeri ayrı Adnan Azar’ın yeri ayrı, Mevlüt Gülveren’in yeri ayrı Enver Ercan’ın yeri ayrı. Hepsini saydırmayın bana olur mu, yoksa bu yazı da bitmez arkadaş da! Yazı biter arkadaşlık bitmez! 80’li yıllarda şiir yazanların oluşturduğu kuşağı Arkadaşlık Kuşağı, Vefa Kuşağı diye görüp, sevip, öyle nitelediğim için sonraki kuşak şairler tarafından çok eleştirildim. Niye eleştirildiğimi de pek anlamadım ya! Arkadaşlık, şiirden daha değerlidir. Ne yapalım yani biraz fazlaca övmüş olabilirim. Herkesin artık günlük dilde bile fazlaca sövdüğü bir dünyada bu da eleştirilecek şey mi… diyemeyeceğim! Zira dünya öyleyse dil de böyle olacaktır!

Neyse, böyle gereksiz tartışmalar, arkadaşlıktan çalmasın! Tabii çoğu şeyi arkadaşlık ve dahi yoldaşlık biçimi diye gördüğüm için şiir de bundan nasibini alıyor. İnsan yola arkadaşlık için çıkar, asla yalnız çıkmaz, yolla arkadaş olur, yolda arkadaş bulur, yolun sonunda arkadaşlığa kavuşur. Ezcümle, dünya arkadaşlık üzerine kuruludur. Yoksa siz başka bir şey üzerine mi sanıyordunuz?

Arkadaş fotoğraflarının siyah-beyaz, düşlerin, hayallerinse renkli olduğu zamanlara bir güzelleme yazmıştım: “Nasıl yazılmış ki o mektuplar/şimdi hiçbirini açmaya kıyamam/bilirim geçmiş açıldıkça yanar/onlar ki her pulun bir şehir/her zarfın bir yolculuk olduğu zamanlardan kaldılar/gençliğimin parkında bir gazel gibi/n’olur başımdan aşağı yağsa yeniden/o mektuplar, o zarflar ve arkadaşlar/arkadaşlar…” 1971’de Ankara’da lise öğrencisiyken, Gençlik Parkı’nın önünde bir cumartesi öğleden sonra ‘çekindiğimiz’ bir fotoğraf vardır Erkut’la. Ona bakarak yazmış olmalıyım.
Arkadaş arkadaşa baka baka sevinir, sever, iyileşir, yürür, gençleşir, tazelenir, nefes alır, merak eder, soru sorar, gözleri parlar, gönlü havalanır, yazar, yaşar. Arkadaş arkadaşa iyi gelir, yeni gelir. Öyleyse yılda bir hafta sadece arkadaşlık vaktidir. O hafta herkes ister çocukluk, ister okul, ister askerlik, ister mapusane, ister hastane, ister gurbet, ister siyaset, ister mahalle, nerede ve nasıl arkadaşlık kurmuşsa, onları tazelemek, beslemek, görmek görüşmek, hasret gidermek için eski-yeni arkadaşlarıyla buluşmalı, yemeli, içmeli, konuşmalı, coşmalı, “arkadaşı gibi gözü var mı insanın?” diye dünya gözüyle kavuşmalı! Arkadaşlık, barışmaktır.

YAVAŞLIK HAFTASI

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, bu sözün çoğuna katılıyorum tabii, birbirinden hakiki mi desem esaslı mı tam dört öge var zira burada: Hayat, hakiki, mürşit, ilim. Sen de ki, hava, su, ateş ve toprak. Şimdi Kıymetli Paşam, iyi demişsin, güzel söylemişsin, pek de akılda kalıcı biçimde dizmişsin sözcükleri, yani çok etkileyici kılmışsın bu vecizini de tıpkı diğerleri gibi.

Ama “sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin?” dediği gibi Selda’mızın, nerdesin, şimdi olsaydın, keşke, bu sözü böyle mi söylerdin yoksa bazı şeyler eklemek mi isterdin? Sözgelimi ‘Biraz sakin be!’ der miydin?

Biz tabii senden sonra pek öyle ileri gidemediğimiz, bir arpa boyu yol alabildiğimiz, eh saatimiz de durmuş, böylece de geriye sarmış olduğumuz için bir adım ileri, iki adım geri diyerek 16 Türk devletinin ilk sıralarına doğru gidiyoruz. Sen haklı olarak, aydınlanmacı, pozitivist, rasyonalist ve ilerlemeci kimliğinle, ‘ilk hedefiniz Akdeniz’ demekle kalmadın, daha daha ileri diyerek ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmamızı ve hatta orayı da geçmemizi arzuladın. Olsa iyiydi ama, biraz inatçı bir damarı var galiba bizim milletin, yerlerinden bir milim kımıldamadan, Nuh deyip peygamber demeden, Bodrumlunun dediği gibi öyle durupdurular! Durupdurunca da hava alırlar!

Durupdurdukları hayra vesile olsa iyi de, ne hayır ne şer, neydi Jules Verne’in, İnatçı Keraban Ağa’sı, hem de bizim buralarda geçen o romanındaki ağa gibi, ‘dediğim dedik çaldığım düdük’ biçiminde bir ‘inadım inat’ oyunu sergilerler. Bundan da ne anlarlar bilmem? Gazi Paşa ‘ilerleyelim beyler!’ der, bozulurlar, trafikte ‘biraz yavaş!’ gitmeleri istenir, hızlanırlar! Kulaklarımızda ya da anlama yetimizde bir sorun olduğunu sanmam, sorun galiba “Ben doğarken ölmüşüm” zihniyetinin ölmek ne kelime, daha çok hortlamasında ve zombiler marifetiyle memleketimizin sınırlarını da aşıp nerede bir yurttaşımız çalışıp yaşıyorsa, oraya dek uzanmasında! Ya Allah!

Biraz yavaş, hanımlar kardeşler, analar bacılar, ağalar, beyler, efendiler, biraz yavaş ya hu! Ne kadar acele de etseniz, hızlı da gitseniz, herkesi geride bırakıp öne de geçseniz, kalbinize, fikrinize, gönlünüze, ruhunuza yetişemezsiniz, kim yetişebilmiş ki hem? Hem yarışalım diye bize verilmiş oyuncaklar değil ki onlar, onlarla yaşayalım, çiçeğin büyümesini sabırla, çocuğun yetişmesini şefkatle nasıl bekleyip izliyorsak, kendimize acımayalım ama, kalbimize, ruhumuza, gönlümüze merhamet edelim!

Kalbine, ruhuna, gönlüne merhamet edenler, dünyaya, hayata, suya, göğe, ağaca, hayvana, kuşa, başkalarına da merhamet ederler. Yavaşlarlar, sakince bakarlar, sezmeye çalışırlar, kavramaya çabalarlar, anlamaya başlarlar. Karantinadan bile hem milletçe hem devletçe nasıl hızlı çıktık baksanıza! Bu hız sizi korkutmuyor mu? Bu hızla nasıl gideriz, nereye kadar gideriz diye düşündürtmüyor mu? Düşün/dürtmek! Güzel, iç içe iki eylem var. Bunu düşünelim. Neyse, madem ki “dünyaya geldik bir kere”, biz de yetişmeyiverelim hemen öyle her yere! Olmaz mı?

O hafta saatleri mi durdururuz, işleri mi interneti mi kendimizi mi yavaşlatırız, her ne yapacaksak, “senede biiiiir gün” diye inlediği gibi şarkının, yılda bir hafta yavaşlayalım, yavaş yaşayalım, yavaş yaşlanalım, dünyaya bir kere geldiğimizi ve insan olduğumuzu hatırlayalım! A dostlar!

KIRMIZI BİR AKŞAM

Bu bahar hiç çiçek koklamadım
gördüm hasta olmuş insan insandan
bağışla bizi Tanrım,
derdim derin
kırmızı bir akşam var.
Şu söğüdün gölgesine konan kuşlar
dışarda olmak nasıl,
unuttum.
Söktüm tüm perdelerini pencerelerin
evim en büyük sokak şimdi
bu en uzun baharda
ömrümün en karanlık mülkü.
İçimde uzağa bakan yolcu
yol nasıldı, yorgunluğu
unuttum.
Kendi kendine geçiyor günler
durduk dünyanın dışına, artakalan,
sahi o küçücük odalara
nasıl sığdı bunca zaman?
Canan Çelik