Önemsiz Günler ve Haftalar-6

TAŞRA HAFTASI

Muhyi’nin “taşramızdan sormak ile kimse bilmez ahvalimiz” dediği Bektaşi nefesini de katık edip düşelim derim taşra yollarına. Öyle “sen ne güzel bulursun/gezsen Anadolu’yu” romantizmiyle değil elbette, nerde, keşke, tam tersine, ‘kimse bilmez ahvalimiz’deki ahvali bir hafta olsun görmek üzere. Yaşamak da diyebiliriz. Yaşamaktan ne anladığımıza bağlı olarak elbette. Hatta ‘taşra eğitimi’ bile konulabilir bu haftanın adı. Gönül eğitimi, acemi eğitimi, eğitimin bile eğitimi, yani pek çok eğitim var, taşra eğitimi de bunlardan biri neden olmasın?

Olsun. Artık feyz mi alırız, ders mi alırız, havasından suyundan huyundan mı alırız, her ne halse, her yıl bir hafta taşraya gitmek de zorunlu kamu hizmetlerinden biri sayılsın! Niye mi? Bir, ‘yurdum insanı’yla daha yakından tanışma, iki, “Edirne’den Kars’a kadar/benim eşsiz bir yurdum var” şiirindeki ‘eşsiz’ ifadesinin metafor mu teşbih mi ironi mi yoksa ne olduğunu yakından görme, tespit ve teşhis etme, üç, sonra da isterseniz hep bir ağızdan “Tokat yolları taşlı” türküsünü, bir ‘Yurttan Sesler’ birlik ve beraberliği içinde terennüm etme amaç ve niyetiyle. Gördüğünüz gibi gayet turistik bir program, taşra turu yani. Ama bir farkla, tur rehberleri eşliğinde değil, il kültür ve turizm elemanları tarafından hiç değil, hakikisinden, harbisinden, damardan yani, orada yaşayanların rehberliğinde gezip görmek üzere taşrayı. Ya da rehbersiz, efendisiz, kimsesiz, kendi kendiniz, kendimiz!

Taşra, her yerde zordur. Fakat taşrayı yargılamak, taşra üzerine konuşmak kolaydır. Taşrayı övmek de öyle, sıkıntısını söylemek de öyle. Belki de ister Türkiye’de olsun ister sözgelimi Fransa’da, değişmeyen tek şey taşranın köyden kentten çok ‘kasaba’yı temsil ettiğidir. Kasaba politikacısı deriz, kasaba zihniyetinden söz ederiz. Ben de köylü kurnazı deyimi yerine, kasaba kurnazı derim. Zira bunu yazarken aklımda taşra vardır ve kasabayla eşitlenmiş ya da özdeşleşmiştir.
Taşra, evet, sıkıntı anlamına da gelir, Nuri Bilge Ceylan’ın filmine doğrudan ad olarak seçtiği “Mayıs Sıkıntısı” ya da kasaba sıkıntısı anlamına da. Hatta büyük bir sıkıntı diyelim buna. Sonsuz yakınlık ve düşmanlık olan bir yerdir ve manzaraların aslı, Osman Özarslan’ın sözleriyle ‘içinden çıkılmaz biteviye bir coğrafyanın lanetli figürleri’dir. Taşra, sıkıntıyı bile, erkeğin zamanı ve kadının zamanı olarak ikiye ayrılan bir dilimde yaşar ama bu eşit olarak paylaşılan bir sıkıntı değildir. Kadınların birlikte işgörme kültürünün getirdiği neşe, ‘içneşe’ diyelim, erkeğe göre kadının daha az sıkılmasını sağlar: “Taşra dediğimiz mekan, asıl olarak erkeklerin ve onların muhafazakârlığının kamusal alanlarından oluşmaktadır.” (*) Modernlik deneyiminden bir biçimde az da olsa nasiplenen erkeğin, hayatının geri kalanında ‘dişlerinin arasında kalan tadı’ arayışı ve bunun beyhudeliği, onun sıkıntısını büyütür. Kadınsa geleneksel zamanın akışında yaşadığı için, daha zor, daha ağır, daha yorucu ama daha az sıkıntılı bir yaşam sürer taşrada. Özarslan’ın yazısının özeti ya da sonucu böyle.

“Kars’a Gidelim” diye bir yazı, sonradan da bir şiir yazmıştım. Hayli oldu, Kars’ın bu kadar revaçta, Kars’a gitmenin bu denli moda olmadığı zamanlarda, çok değil daha 9-10 yıl önce. Yine Kars’a gidelim, Erzurum’a, Erzincan’a, Yozgat’a, Kırşehir’e, Diyarbakır’a, Van’a, Hatay’a, Rize’ye, Tunceli’ye, Artvin’e gidelim. Taşraysa taşra, sıkıntıysa sıkıntı, çekelim. Çok değil bir haftamız taşranın olsa, sıkıntının olsa… Gitsek de, Edip Cansever’in “o zamanlar Nazilli kokardı istasyonlar” dediğine benzer kokularımız, yağmurlarımız, boşluklarımız ve ‘taşrada her yer çay bahçesidir’ gibi cümlelerimiz olsa!

MEKTUP HAFTASI

Mektuba bir hafta ne ki? Yazıncaya kadar geçer. Hele bir de o mektubu postaya verip alıcısına ulaşıncaya, onun da hemen yazıp cevabını yollayıncaya dek, ben diyeyim 10 gün, siz deyin 15 gün geçer! Geçsin ne olacak ki? O hafta, ne cep telefonu, ne mail, ne mesaj ne o ne bu, hiçbirinin çalışmadığı bir hafta olsa, yalnızca mektup yazılsa, olmaz mı? Şahane olur, geçmiş zaman olur, çocukluk, ilk gençlik, ilk gözağrısı, heyecan, karın ağrısı, sabır, postacı yolu gözleme, gelmeyen mektuplar, taşra, uzun sıcak, bitmek bilmeyen yaz günleri, ergenlik, gerginlik olur… Aman Allahım, ne zormuş!

Ne yapalım o kadar zorluğu da olsun. Şimdi her şeyin bu denli kolay, anında olması da zor değil mi? Aşırı yükleme ve yüklenme, aşırı sevinç, aşırı keder, aşırı zaman, aşırı tepki, aşırı cevap… Bir hafta da aşırı mektup olsun! Belki o zaman bu aşırılıklar biraz yatışır. Unutanlar eski alışkanlıklarını yeniden kazanır, bilmeyenler eski ama kıymetli bir yazı ve haberleşme biçimiyle tanışır, mektup zarfa, zarf sahibine ulaşır, postacılar çocuklar gibi şen mektuplar taşır! Evlerde bir heyecan baş gösterir, kulaklar kapıda zilin sesi beklenir! Ah denir, işte güzel günler geri geldi!

Güzel günler mektupla gelir. Yakında yalnızca sahaflarda bulunacak mektuplar, şimdiden bir hatıra, nostalji nesnesi olarak alınır satılır oldu. İnsanın çocukluğunu açık artırmaya çıkarması, arkadaşlığını satışa sunması, yaz günlerini taksitle pazarlaması gibi. Mektupların sahaflara düşmesi, çocukluğun gözden düşmesidir. Çocukluğun gözden düşmesi, gelecek yazların da gözden çıkarılması sayılır. Anlam yitimidir. Hiçbir şeyden tat alamamak, yıldızları sayamamak, göğe bakmamak, sabaha sevinmemek, akşam sularında hüzünlenmemek, ikindileri özlememek, parkların serinliğine gönül vermemek ve dahi maviyi nedenleri ve sonuçlarıyla silmek, yaşamdan çıkarmak, karanlığa terk etmek demektir.

Mektup neler taşır içinde oysa? Tüm renkleri taşır bir defa, siyahtan kırmızıya, mordan sarıya, yeşilden beyaza, gökkuşağı gibidir, hele bir de postacı yağmurdan sonra kapıyı çalıyorsa! Gönülçelen de diyebiliriz mektuba gönülçalan da. Tebdil-i mektupta ferahlık vardır diyemeyecek miyiz yani mektubu beklerken? Gelse, zarf açılır açılmaz, içinden bambaşka coğrafyalar, şarkılar, diller, renkler dökülse, akşamı orada etsek, o mektupta yatıya kalsak, beyaz badanalı mavi pencereli begonvilli ortancadan hallice bir mektup olsa, rüzgar keten perdeleri şöyle bir dalgalandırsa, pul bir kuş olsa, gelip pencerenin önüne mavi dursa… Mektup bayram olsa!

Ayrılık da gelir mektupla, acı da, keder de, o mektup ağır gelir, zarfı ayrılığa dar gelir, ama çaresiz gelir. “Bir çift güvercin havalansa/yanık yanık koksa karanfil/Değil unutulur şey değil/ çaresiz geliyor aklıma” demek gibidir. Mektupla gelen aşk gibi, mektupla gelen ayrılık da değerlidir, zira ikisi de geçici değil, kalıcıdır. Mektup, söz gibidir, söz vermek gibi. Bu yüzden en çok da güven taşır.

Mektup, okumaya yazmaya başlamanın ve sürdürmenin eğitimidir bir bakıma da. Hiç mektup yazanla mektup yazmayan bir olur mu? Hiç mektubu gelenle gelmeyen bir olur mu? Mektup yazmak onurlandırmaktır, kıymet vermek, kadir bilmektir. “Mektup selam söyle benden sılaya” diye, bir arkadaşınla özlem göndermek de sayılır, Şeyh Galip gibi “Mektup yaz alışkanlıkların tazelensin” demeye de.

Diyelim öyleyse, özlem bildirmek, selam göndermek, alışkanlıkları tazelemek, sabrı öğrenmek için yılda bir hafta mektup haftası olsun, yazalım, zarflayalım, pullayalım, yollayalım, postacı yolu gözleyelim, mektubumuzu bekleyelim, gelince de açmadan önce sevinçten üç kere pulundan öpelim!

BULUNAMAYAN

Rüya esir almışken sabahı
Sesler harflerin içinden
Ve bedenlerden ruhlar
Titreterek yerküreyi
Kaçıyor

Güneşin renklerine meydan okurken akşam
Sahipsiz acılar uykuya
Sinedeki kuytuya çığlık
Ağır ağır sinerek
Saklanıyor

Gece çöreklenirken korkulu yüreklere
Gökkuşağından renkler
Toprağın koynunda bedenler
Çaresizce
K-a-y-b-o-l-u-y-o-r-u-z

Mualla Alpaydın

*Osman Özarslan, “Taşra Sıkıntısı: Dar Zamanlar, Geniş Mekanlar, Toplumsal Cinsiyet” yazısından, Sıkıntı Var, der: Aylin Kuryel, s.108)