Merakla İmamoğlu ile Yıldırım’ın karşılaştığı ‘ortak yayın’ için ekran karşısına geçtik. Ekranda görünenin dışında birde görünmeyen ve yüzleşmemiz gereken örtülü görüntüler vardı. Bir yandan, basın ve yayın özgürlüğü konusunda, Türkiye’yi dünya nezdinde  sınıfta bırakmış AKP iktidarının adayı Yıldırım, diğer tarafta teslim alınmış medyanın özgürleşmesinden yana olan Ekrem İmamoğlu! Diğer tarafta ise siyasi baskı atmosferinde, sipariş ile tarafların belirlediği […]

Merakla İmamoğlu ile Yıldırım’ın karşılaştığı ‘ortak yayın’ için ekran karşısına geçtik.

Ekranda görünenin dışında birde görünmeyen ve yüzleşmemiz gereken örtülü görüntüler vardı. Bir yandan, basın ve yayın özgürlüğü konusunda, Türkiye’yi dünya nezdinde  sınıfta bırakmış AKP iktidarının adayı Yıldırım, diğer tarafta teslim alınmış medyanın özgürleşmesinden yana olan Ekrem İmamoğlu! Diğer tarafta ise siyasi baskı atmosferinde, sipariş ile tarafların belirlediği bir programda ‘sınırlı gazetecilik’  görevini yerine getirmek zorunda kalan İsmail Küçükkaya. 

Bunlar; ülkede tam anlamıyla basın ve yayın özgürlüğünün olmadığı gerçeğiydi. Özgür ve tarafsız gazeteciliğe alan olmadığıdır. Sipariş programların, sınırlarını belirleyen aktörler vardı. 

Tartışmacıların ve gazetecinin düşüncelerini ve merak ettiklerini demokratik ve özgürce dile getirmediği bir format dayatması. Suya sabuna fazlaca dokunmayan sorular ekseninde, tarafların  kendilerini, eleştirilerini, projelerini ve düşüncelerini özgürce ifade edememe gerçeğiydi. Sadece ‘belirlenen sınır’ içinde ‘özgürdüler.’  

İktidar baskısı sorulara yansıyordu. Ordu’da VİP krizi üzerine yaşanan sorunları ve ithamları açık ve net şekilde soran Küçükkaya, örneğin bir kaç kez FETÖ imasında bulunan sorulara rağmen, “FETÖ’yle ilgim yok” diyen Binali Yıldırım’a FETÖ’ye övgüler dizen sözlerini ve Gülen’e ait şiiri neden okuduğunu soramadı.

Nasıl bir acıdır ki, iktidar adayının kendisi dahi spontane bir tartışma programına katılamıyor. Ancak esir alınmış medya sisteminde, özgürlük alanlarını sınırlandırılmış gazetecilik mesleği ile sınırları belli program yapabiliyor. 

100’ü aşkın gazetecinin cezaevlerinde olduğu bu ülkeden elbette özgür tartışma beklenemez. Ancak mutabakat ile sınırları önceden müzakere edilmiş, korkunun, düşünce özgürlüğüne güvensizliğin, kumpas endişelerine karşı tedbirlerin alındığı ve yönlendirilmiş bir ortak yayın yapılabilirdi.

Bu resmin kendisi bile, Türkiye’de yozlaşan siyaset kültürünün ve basın yayın özgürlüğü önündeki engellerin dışa vurmuştur.

Hem siyasetin hem siyasetçinin hem basının hem de gazetecilerin özgürleşme ve demokratikleşmeye muhtaçlığını göstermiştir. Türkiye ortak yayının belki de en önemli artısı, performansı çok iyi olan Ekrem İmamoğlu’nun ilk kez yandaş medya üzerinde her kesime konuşmasıydı. Asıl sorunun yoksulluk, işsizlik, toplumsal barış ve huzur olduğunu öne çıkarmasıydı. 

AKP belediyeciliğinin, israf, partizancılık, yandaş İslamcı vakıfların yeni FETÖ olma risklerine karşı yerel yönetimlere ait kamucu eğitim ve öğrenci yurtları konusunda düşüncelerini anlatmasına, rant ve talan belediyeciliğine karşı 16 milyon İstanbullu için sosyal belediyecilik tezlerini kısa ve net şekilde ifade etme fırsatı bulmasıdır. İstanbul seçiminin hak, hukuk, adalet ve demokrasi mücadelesinin parçası olduğuna işaret etmesiydi.

Seçim için sayılı günler var.  Ülkenin en temel sorunları olan işsizlik, yoksulluk,  toplumsal kutuplaşma, ekonomik kriz ve adaletsizlik konularında tek bir satır çözüm önermeyen iktidar bloku, İstanbul seçim kampanyalarını etnik, inançsal  ötekileştirme ve yalan siyaseti üzerine kuruyor. Çünkü kimlik siyasetini bilinçli şekilde öne çıkararak, Türkiye’nin demokratikleşme, sosyal ve ekonomik sorunlarının üstü örtülmeye çalışılıyor.

İnsan onuru ve haklarına saygı duyulacak, korunacak ve desteklenecek bir Türkiye toplumu inşa etmek yerine, Ekrem İmamoğlu üzerinden “Yunanmış”, “Pontus’muş, Rum’muş”, Kılıçdaroğlu üzerinde ise “Alevi”, HDP üzerinden “Kürt”, “terörist” gibi, inanç ve  etnik köken üzerinden, bu ülkenin Rum, Ermeni, Süryani, Kürt ve Alevi insanlarına hakaret edilmesi ve ötekileştirilmesi tam bir siyasal rezalet ve ahlaki çöküşün dışa vurumudur.

Dolaysıyla toplumsal muhalefet meselenin İmamoğlu’nu da aşan boyutunu görmek zorundadır. 

Evrensel insani ve demokratik değerlere, sosyal haklarımıza sahip çıkmayı toplumsallaştırmak için, 23 Haziran’ı kazanmak önemlidir.