Yazı yazmanın bir ‘kibir’ olduğunu söyleyenler var, Elif Şafak’ın bu minvalde bir köşe yazısını da okuduğumu hatırlıyorum. Baştan beri kimi romanlarında, yazılarında tasavvufla hemhal...

Yazı yazmanın bir ‘kibir’ olduğunu söyleyenler var, Elif Şafak’ın bu minvalde bir köşe yazısını da okuduğumu hatırlıyorum. Baştan beri kimi romanlarında, yazılarında tasavvufla hemhal olmuş bu romancımız bile bunu söylüyorsa, durup üzerinde düşünmekte fayda var. ‘Kibir’in, günümüz yazısında, yazın dünyasındaki karşılığı  ‘görünmek’, ‘kendini göstermek’ biçiminde tezahür ediyor. ‘Görünmek’, ‘kendini göstermek’ eylemleri ise; ‘yalnızca yazarların, edebiyatçıların değil, herkesin isteyebileceği/kapılabileceği insani bir...’, evet, evet, insani ‘ne?’ ‘Şey’ değil, ‘durum’ hiç değil, olsa olsa bir ‘zaaf’. Acaba bu ‘insani bir zaaf’ diye yumuşatılıp olağanlaştırılacak kadar basit ve sıradan bir şey mi?

O kadar basit değil. Niyesine gelince, ilk aklıma gelenleri yazayım: Bir defa ‘eşit bir ilişki’ içermiyor, görünmek ya da kendini göstermek için kalabalığın (okur, seyirci) dışında olmak gerekiyor, karşısında, üstünde, kıyısında, görülebilir ama ulaşılamaz bir yakınlıkta, yoksa uzaklık mı demeliyim buna?

‘Artiz’ edebiyatçıların, ucuz romansların ve onların yazarlarının vahim klişelerinden biri olan ‘kalabalıkların içinde yalnız’ olma durumu da buna dahil. Bir ara yeni kuşak ‘jön’ reklamcıların başlattığı bir hastalıktı, ‘tasarlanmış dağınıklık’ hali, ayakkabının bir tekinin bağcığını bağlamayı unutmuş gibi yapmak, gömleğinin bir düğmesini yanlış iliklemek gibi ucuz numaralar.

Yazarlara, edebiyatçılara yansıması da, yoksa onlardan mı reklamcılara sıçramıştı, çok ‘derin’ ve ‘esrarlı’ değil aslında, hep aynı ucuz numaralar: Bilinçli ‘dalgınlık’, tasarlanmış ‘suskunluk’, kırılganlığın ve incinebilirliğin yol açtığı geçici ‘kekemelik’ hali...

Galiba araya reklam almak böyle bir şey, uzattık, diyeceğim, bu sık sık çıkıp görüş bildirilen tv ekranları da olabilir, kimi paneller ve toplantılarda izleyici ya da katılımcıların karşısında yükseğe kurulan bir kürsüden seslenmek de olabilir, şu anda tıpkı bu yazının üst köşesinde, eliyle sakalını tutmuş, adeta ‘asri bir mütefekkir’ pozu veren benim fotoğrafım gibi bir fotoğraf da olabilir:

Hem yüzümle, hem sözümle karşınızdayım işte, huzurlarınızdayım, buradayım, haftaya yine bu köşede olacağım... Okuyanı tehdit eder gibi!

Yazının, eski bir zaaf olarak, yazardan yazara, dilden dile, cümleden cümleye, hatta harften harfe devredilen bir zaaf olarak, zannımca aristokrasiden kalma, küflü, ekşi kokulu ve bayat bir kibri bir parça da olsa taşıması kaçınılmaz olabilir. Bu da bisküvilerini, madlenlerini torunlarından saklayan deli saraylı hanımların, bozulmuş, tadı kaçmış bu nesneleri gizli gizli yemelerine benzeyen bir şey. Romanda, hikâyede, şiirde bir parça anlaşılabilir, değilse bağışlanabilir, masum, hatta zararsız bile görülebilir bu kibir. Kendini okurdan, seyirciden farklı görmek, farkını hissettirmek gibi şeyler, bırakalım başka mahalleleri, en çok da sosyalist olan ya da o vehimle yazan edebiyatçılarımızda ziyadesiyle karşımıza çıkar.

Yazıdaki kibir, kişisel kibrin bile önüne geçer ki yazdığı ne kadar değerli, değişik, lezzetli olursa olsun, artık aşırı bir üslup halini almış olan o kibirden ayırıp da doğru dürüst okuyamazsınız, okusanız da tad alamazsınız. Şahsen ben tad alamıyorum diyeyim de sizi de bu iddiaya ya da suçlamaya ortak etmeyeyim.

Onları da anlarız, içlerinde büyük romancılar, şairler de vardır ve sermayelerinin küçük bir oranını kibre yatırmalarını da doğal karşılarız. Onlar büyük edipler, şairlerdir, iyi de köşe yazarlarına ne oluyor? Yoksa onların arasında da büyük edebiyatçılar gibi büyük köşe yazarları mı var?

Nerdeyse artık günümüz okuru tarafından edebiyatçı mertebesine yükseltilen, öyle okunan, kimilerinin ‘hisli duygular’ından oluşan düzyazı parçaları şiir diye internet sitelerinden ezberlenen bu yazarlardan bazıları da spor, finans, politika, otomobil vs. konularında yazarken, kendilerindeki gizli şairi, yazarı keşfedip, edebiyatın da, şiirin de içine etmekten çekinmiyorlar çekinmesine de... Mesele tam olarak bu değil, biz okuduğumuz, okumaya değer bulduğumuz köşe yazarlarından konuşuyoruz. Onlardaki kibri cümlelerinin arasından nasıl temizleyeceğiz, kelimelerini, cümlelerini yıkasak acaba kibirlerinin kiri biraz olsun gider mi?

Kibir, ‘büyük’ anlamına geliyor, ‘büyüklenme’den geliyor. Kelimenin içinde ‘kir’i taşıması, ‘kir’le kafiye tutturması bir yana, bir ‘iç uyak’ var ki sanırım köşe yazarlarının şehvetinden kurtulamadıkları da bu.

Şehvet, büyü, alışkanlık, bağımlılık, bir zaman sonra da Narkissos’un aynasında, “benden güzeli var mı?”, benden iyi yazanı, benden, bende, benim, benben, benim benim temrinleri...

(Haydar Ergülen"in yazısının devamını yarın okuyabilirsiniz)