Adamın biri dağda bayırda bir yere gidiyormuş. (Yol haritası da yokmuş.) Ağacın dibinde oturmakta olan bir köylüye rastlamış, gideceği yere ne kadar zamanda varacağını sormuş. Köylü adama...

Adamın biri dağda bayırda bir yere gidiyormuş. (Yol haritası da yokmuş.) Ağacın dibinde oturmakta olan bir köylüye rastlamış, gideceği yere ne kadar zamanda varacağını sormuş. Köylü adama bakmış ve susmuş. Adam tekrar sormuş, köylü yine susmuş. Adam öfkeyle yürümeye devam etmiş. Bir süre sonra köylü adamın peşinden bağırmış: “Üç saatte anca varırsın!” Adam şaşkınlıkla geri dönmüş ve köylüye sormuş: “Neden ilk sorduğumda söylemedin ki?” Köylü cevap vermiş: “Önce bir yürüyüş tarzına bakayım dedimdi...”
Hükümet diyor ki, Kürt meselesinde yola koyulduk… Öyleyse… Hele biraz yürüsünler bakalım.
Ama hiç olmazsa bir adım atıldı, usul hakkında konuşmalar usul usul başladı…  Usul hakkında konuşmak, bilen bilir, ya top çevirmektir, ya usul hakkında konuşuyorum derken işin esasına dair ipuçları vermektir. Elbette hayra alamet şeyler de var… Peki, münafıklığı bir yana bırakıp bunları mı öne çıkaralım? “Pişmiş aşa su katmayalım.” (I-ıh, bu uymadı, çünkü henüz aş pişmedi! Bari, salatalığı görünce tuzluğu kapıp koşmayalım.)
Farkındasınızdır. “Kürt sorunu” kavram olarak kabul edildi ama henüz “çözüm” lafı telaffuz edilmiyor. Hükümet sürekli “açılım”dan söz ediyor. Demek ki, elde var bir, çözüm ile açılım aynı şey değildir...  Hükümet, bir nevi psikolojik ön hazırlık yapıyor, ortam yaratıyor.
Şöyle bir ortam: Yeni Şafak, Beşir Atalay’ın şifrelerini çözmüş ve kırmızıçizgileri, yani kesinlikle yapılmayacak olanları şöyle sıralamıştı: “Anayasal özerklik, askeri operasyonların durdurulması ve Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması.”  Belli ki AKP, Öcalan ve PKK yokmuş gibi farz ederek bir takım kültürel ve bireysel kimlik hakları tanımayı öne çıkaracak… Ancak tuhaftır (ya da belki de “normali” budur) Öcalan da “Çözün de nasıl çözerseniz çözün” derken, kısa dönemde, aslında hükümetin “açılımı”ndakilerden pek farklı şeyler söylemiyor gibiydi… Yani bu süreçte “aktörler”den (muhataplardan) ziyade “faktörler” öne çıkabilir.  Nitekim iki gün önce Öcalan avukatlarına verdiği beyanatta “İşin içinde birçok faktör var. Ben bu faktörlere hâkim değilim” dedi. Evet, Öcalan’ın son değerlendirmesi şöyle: “Benim dışımda siz nasıl çözerseniz, çözün, bu beni bağlamaz. Başkaları beni temsil etmez. Örneğin DTP ile mi çözmek istiyorsunuz. Sizi engelleyen kimse mi var? Çözün. Sorunu bu şekilde çözebilecekseniz çözün. Zaten DTP de dahil Türkiye’deki partilerden hiçbirisi de sorunu tam olarak anlayamıyor, kavrayamıyor. AKP’nin de sorunu yeteri kadar kavradığını zannetmiyorum.” Yani, AKP sorunu “kavrıyor”, ama “yeteri kadar” kavramıyor mu?
(Geçen hafta Başbakan’ın zula planından söz etmiştim. Bunun üzerine bir arkadaşım komplo teorisi üretti ve şöyle dedi: Birincisi, devlet-hükümet uygun görmezse zaten İmralı’dan bir yol haritası ilan edilmesine fırsat vermez. İkincisi, geçtiğimiz aylarda “PKK’nin Türkiye Meclisi” mensubu olduğu iddiasıyla pek çok Kürt gözaltına alınmıştı. “Zula müzakereler” için devletin elinin altında epey insan var!)
Peki halihazırda nasıl bir süreç yaşanıyor?  Artık herkesin malumu ki, bu süreçte  “derin devlet” ilga edilmiyor, sadece el değiştiriyor. Ama bu bir “devir teslimi” şeklinde olmuyor ki. Çok sancılı şekilde oluyor. Çünkü eski sahipleri halının altına epey pislik süpürmüş, onlar açığa çıksın istemiyor. Yeni ekip (üniformalı ve üniformasız) ise, faturayı öncekilere çıkarıp kendi ellerini yıkamak peşinde… Ve yine malum, bu sürecin diğer adı “kirli savaş” idi... Yani bütün kirli çamaşırlar ya gözler önüne serilecek ya da çaktırmadan yıkanacak. Bu süreçteki denklem (pazarlık),  PKK’nin (eski) derin devletin kaybettiği kadar kendisinin de kayıp vermeyi göze alması, kabul etmesi üzerine… Ama süreç henüz geriye dönüşü olmayan noktada değil. Buradaki “beklenti” ise askerin artık bu kadar “halı altı birikimle” daha fazla gidemeyeceğini fark etmeye başlamış olması.
Bu süreç ancak bizim gibilerin durduğu yerden nispeten net olarak görülebiliyor: Kürt sorununun “bu şekilde” çözülmesi, Kürt emekçilerinin, yoksullarının sorunlarını çözmeyecek; çözüm doğrultusunda devletin demokratikleştirilmesi yönünde atılan her adım olumlu, ama yeterli değil. Çünkü toplumun demokratikleşmesi yönündeki engellerin de ortadan kaldırılması lazım ve bu da bizim asli görevimiz. (Mesela bu doğrultuda, CHP seçmenlerini ikna etmeye başlamak, onları önyargılarından kurtarmak için çaba sarf etmek ilk adımdır.) Bu düzende toplumun ve siyasetin demokratikleştirilmesi ise “yerinden yönetim” imkânları sayesinde çoğaltılabilir.
Öte yandan AKP’nin artık ABD’den ve Genelkurmay’dan özerk programı olduğunu söylemek, abartılı bir AKP propagandası olur. Hükümet bu adımları kerhen atmaktadır, adeta atmaya zorlanmaktadır…  Her şeyden önce artık sınıfsal çıkarları nedeniyle başka çaresi de yoktur.
Yani, Kürt sorunu çözülecekse, yine sınıfsal temelde çözülecek! Geçtiğimiz aylarda cemaat kanalıyla sermaye hareketlerinden ve sınıf ittifaklarından söz etmiş ve Erbil toplantısında bu konuda yapılan tartışmaların altını çizmiştim. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu, sembol isimdir. Ertuğrul Kürkçü de aynı kanıda: “İlker Başbuğ’un Diyarbakır’a yaptığı ziyaretlerde işveren örgütleriyle yüz yüze temasları, Kuzey Irak’ta artan sermaye yatırımları, yerel Kürt liderlerin Ankara ile artan temasları ve siyasal yakınlaşma arayışları bu ‘çözüm’ün toplumsal bağlamı konusunda bir fikir verebilir” diyor.
Pişmemiş aşa, iyi pişmesi için elbette katkıda bulunalım, ama kendi yol haritamızdan da şaşmayalım. Çünkü… “Yolcu” yolunda gerek…