Bütün inançlarda özel anlamı olan zamanlar-ritüeller vardır ve sosyoloji bunlara dair yüceltici dilin niteliklerine çok kez işaret etmiştir. Çünkü bu özel zamanlar-ritüeller, ilgili kesimlerin dayanışma, tutunma ve içine dönme eğilimlerine zemin ve imkan sağlar. Bununla birlikte böyle dönemlerde, ilgili inanç gruplarının kolektif pratikleri çeşitli biçimlerde görünür hale gelir ve sadece o grubun değil, tüm toplumsal kesimlerin gündemine dönüşebilir. Bir hiyerarşiye konu edilmedikleri sürece, çoklu inanç pratikleri elbette toplumsal bir gerilim oluşturmazlar. Ne var ki din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması sadece bir temenniden ibaret olduğu için, hemen her toplumda bir inançlar hiyerarşisi de inşa edilmiştir. Böyle olunca hiyerarşinin en üstünde olan ile alt katmanlarda yer alanların ilişkileri daima gerilimli olmuş; hakim olan, kendi pratiklerini bir ölçüde ötekilere dayatmıştır. Bu, inançlar alanına dair hakim sosyolojinin diğer yüzüdür.


Müslüman toplumun kutsal zamanı olarak Ramazan sosyolojisi bu bağlam içinde okunabilir. Bu sosyolojinin, gelenek dışı kesimler için ürettiği pek çok örtük öykü vardır. Bunların bir kısmı da Alevilerin gündelik hayatına temas etmiştir. Alevilerin, inançlar hıyerarşisinde uzun yıllar görünür bile olamaması, özellikle Ramazan aylarında dramatik öykülerin ortaya çıkmasına yol açmıştır ki bu öyküler, bugün de Alevi hafızasındaki yerini koruyor. Alevilerin, görünür bile olamadığı inançlar hiyerarşisi bağlamında Osmanlı ve Cumhuriyet arasında bir süreklilik olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir. 1908’de Dersim’e yapılan bir askeri müdahalenin komutanı Ziya Yergök, Aleviler için şöyle yazmıştı: “Allah’a bizim gibi inanırlar. Peygamberi de şöyle böyle tanırlar. Fakat oruç tutmaz, namaz kılmaz, Kur’an hükümlerinden habersizdirler”. Bu ifadelerde yer aldığı gibi namaz kılmamak ve bilhassa Ramazanda oruç tutmamak Aleviler için büyük bir tehdit nedeniydi. Bu yüzden askeri seferler, inanç mekanlarının tahribi, sürgün vb. adeta olağan politik pratiklerdi.

Cumhuriyet döneminde de bu hiyerarşik durum devam etmiş ve Ramazanda Alevi aileler, pek çok dışlayıcı muameleye maruz kalmışlardı. Bunun yaygın ilk örneği 1930’lu yıllarda doğudaki köylerinden alınıp, batının çeşitli köylerine serpiştirme suretiyle dağıtılan Alevi ailelerdi. Bulundukları köylerde yalnız ve korunaksızlardı. Ramazan’da oruç tutup tutmadıkları kontrol ediliyordu. Aileler, bu baskının üstesinden gelebilmek için oruç tutuyor veya tutuyormuş gibi görünmek zorunda kalıyorlardı. Aleviler, kırsal alanda ve toplu yaşadıkları yerlerde, gizli de olsa inançlarına uygun şekilde yaşayabiliyorlardı. Fakat 1950’li yıllarla birlikte şehirlere yerleştiklerinde yeni baskı biçimleri ortaya çıkmıştı. Çünkü şehirlerde imkan bulabildikleri mahallelere yerleşiyorlardı ve Alevi olduklarının bilinmesi çoğu kez sorundu. Kimliklerini gizlemek, bir tür zorunlu gündelik pratik idi. Bu gizlenme hali, en fazla Ramazan aylarında kendini gösterirdi. Farklı olmadıklarını gösterebilmenin yegane yolu hakim inanç pratiklerine uygun hareket etmeleri ya da ediyor görünmeleri idi. Bu yüzden pek çok sokakta Alevi aileler Ramazan boyunca sahur saatlerinde kalkıp, evlerini aydınlatıyor, komşularının sahuruna ‘eşlik etmiş’ oluyorlardı. Bu mecburiyetin gün içindeki biçimi de oruçlu görünmek ve akşam sofrasını iftar saatinde kurmak idi. Toplumsal baskı Alevileri böyle tuhaf bir cendere içinde tutuyordu. O yıllardan başlayarak kent hayatını deneyimlemiş neredeyse her Alevi ailenin böyle bir öyküsü vardır. Zamanla bu toplumsal baskı Ramazanı adeta herkes için bir mecburiyete dönüştürdü. O kadar ki Ramazan ayları boyunca sokaklarda açık bir kafe veya lokanta bulabilmek bile neredeyse imkansızdı. Başka ülkelerden gelen turistler bile sokaklarda sigara içemez hale gelmişlerdi. Türkiye bugün bu sosyolojiyi bir ölçüde aşmıştır. Bunun küresel, yerel; iç-dış bir dizi iktisadi, kültürel, politik nedeni var elbette ve başka bir yazının konu. Ama bu ‘aşma hali’, söz konusu deneyimlerin ve sürecin artık bütünüyle geçmişte kaldığı anlamına gelmiyor ne yazık ki.