Bir an için dünyada “sol” başlığı altına alabileceğimiz rejimleri, iktidarları, hareket ve mücadeleleri yok sayalım. Hatta solun/sosyalizmin/sosyal demokrasinin insanlığa kazandırdıklarını da yok sayalım. Barınma hakkını, emekçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesini, parasız eğitimi, sağlık hakkını, sosyal güvenlik ve insan haklarını, çevre mücadelesini; özetle insanca bir yaşam için, solun yüz yıllardır büyük bedeller ödeyerek insanlığa armağan ettiği tüm “kazanımları” olmamış sayalım.

Üstüne dünyadaki ana akım siyasetin gidişatının ırkçılıktan/otoriterlikten/sağ rejimlerden/popüler sağ liderliklerden yana olduğunu kabul edelim. Sonuncusunu Brezilya’da gördüğümüz “yarı meczup” liderlerin yükselişinin devam edeceğini düşünelim. Trump, Bolsonaro, Orban, vs. olduğu gibi... Peki, gidişat böyle olsa bile, “biz” bu gidişata teslim mi olmalıyız?
Yanıt(ım)a geçmeden önce; AKP ve bağlaşıklarına karşı mücadele eden/ediyor görünen bir kısım muhalif yapı ve kişi artık “sağ/sol kalmadı” şeklinde özetlenebilecek bir bakışa sahip. Aslında bu siyasi yaklaşıma, şimdilerde mucidinin bile terk ettiği, “liberalizmin, insanlığın ideolojik ve siyasal yönetim arayışının nihai (ve ideal) sonu” olduğu şeklindeki “Tarihin Sonu” tezinin ülkemize özgü bir yansıması diyebiliriz. Bu bakışın uzantısı olarak da “toplumun yüzde 70’i sağ/muhafazakar, seçimle iktidara gelmek için de sağcılaşmak gerek” şeklindeki dahiyane (!) politikalar ısrarla takip ediliyor. Doğal olarak bir müddet sonra kadro ve izlenen politikalar bakımından aynılaşmaya kadar varıyor: Siyasetin sonu!

Daha ilk andaki teşhiste “kalmadı” dedikleri bir toplumsal kesimin varlığını kabul edip, o toplumsal kesime atfedilen yanlış ezberler üzerinden siyaset yapmaya çalışınca, ortaya her politik kavşakta daha derinleşen umutsuzluk ve yenilgiler çıkıyor. Toplumsal muhalefetin ana kitlesini hasbelkader yönlendiren partiler bu yanlış ezberleri tekrar ettikçe geniş kitleler sinsi bir şekilde sağ değerlere ve politikalara hazır hale getiriliyor. Sol/sosyalist değerlerin mücadelesini verenler ise marjinalleşip iktidarların saldırılarına karşı savunmasız hale geliyor. Teşhisi ve çözümü ile bir bütün olan bu kaba set/yaklaşım kendi sahte figürlerini, sahte medyalarını ve sahte sollarını üretip duruyor. İşte kenti yağmalayan “solcu” belediye başkanları; göçmen ve sığınmacı karşıtı “devrimci” başkanlar; emperyalizmle flört eden “özgürlük hareketleri”; bağımsızlığı, anti-emperyalizmi, dayanışmayı, laikliği, barışı, sınıfı telaffuz dahi edemeyen sosyal demokratlar…

Bir başka çelişki ortaya çıkıyor; toplumsal muhalefetin ana gövdesini oluşturan partilerin yöneticileri sağa doğru giderken, üye tabanlarında ahlaki ve siyasi onam halen “sol ve sol değerler” üzerinden gerçekleşiyor. Dünyada da ABD dahil, yabana atılmayacak bir sol/sosyalist direniş ve arayış sürüyor. Esasen neredeyse tüm iddiaları ile iflas ettiği savunucuları tarafından bile dillendirilen sisteme karşı yabana atılmayacak olanaklar açılmış durumda.

Eşitlik, özgürlük, adalet, anti-emperyalizm, barış gibi değerlerimiz, kendi seçmenimizi “yakalamak” için sadece seçim süreçlerinde dillendirilen sloganlar olamaz. Özellikle karar mekanizmalarında bulunanlar bu değerlerle uyumlu siyasi bir pratik izlemezlerse, “objektif” olarak mevcut iktidar ilişkilerinin yeniden ve yeniden üretilmesine hizmet eden, kendi koltuklarını düşünen “aparatlar” ve “klikler” haline dönüşmüşler demektir.

Başlangıçtaki sorunun cevabına bağlayarak sonuçlandıracak olursak; dünyada gidişatın sağ ve otoriterlikten yana olduğunu kabul etsek bile teslim olmayacağız. Ülkemiz özelinde de toplumsal muhalefetin kontrolünü elinde bulunduran bu sahte sola ve teslimiyetçi yaklaşımlara değerlerimizi kurban etmeyip, her siyasi kavşakta ısrarla bunun kavgasını vereceğiz!