Albert Camus ‘Veba’ romanında, bilinmeyen bir tarihte Cezayir’in Oran şehrinde başlayan salgın hikâyesini anlatır. Önce fareler lağımlardan sokaklara çıkarak, hatta deyim yerindeyse taşarak huzursuzluk ve kirlenmişlik duygusunu verir insana. Hemen ardından büyük acılarla çaresizlik ve acizlik içinde şehir halkı ölümün soğukluğunu tatmaya başlar. Bu noktada Camus bizi içine çeken o cümleyi kurar: “Felaketlerin başlangıcında ve bunlar son bulduğunda hep biraz söz sanatı yapılır. Birinci durumda, alışkanlıklar henüz kaybolmamıştır, ikinci durumdaysa geri gelmiştir. Asıl felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe.”

Küçük bir çocukken annemle sinemada ‘Tchaikovsky’ filmini izlemiştim. Büyük bestecinin koleranın her yeri kavurduğu, binlerce insanı toprağın altına gömdüğü sırada inatla “soğuk su” istediği sahne aklımda hâlâ ellenmeden durur. Tchaikovsky bile isteye kolera olmak için çırpınır adeta. Bir sanatçının hayatın ona dayattığı değerlere itirazı yüksek sesle dile getirilir: “Bana bir bardak su getir!”

Büyük bir tezat ama yaşadığımız şu güzelim dünya sürgünlerin, zorunlu göçlerin, öldürümlerin, savaşların, fukaralığın, acıların sıklıkla taştığı bir nehir gibi… Peki bir sanatçının yahut yazarın yaratıları hayattan ne kadar bağımsız olabilir? Büyük felaketlere usulca alıştığımız aralıkta bireysel çıkışların neredeyse hiçbir işe yaramadığı düşüncesiyle hemhal olmuş insanlığa ne söylenebilir?

Üstelik kapitalizm 1929’daki büyük çöküşünden sonra, 2008 kriziyle perçinlenen en büyük bunalımını yaşarken… Dünya borsaları varlıklarının neredeyse üçte birini kaybetmiş halde. Petrol her gün değersizleşmenin ne demek olduğunu tadıyor. İnsanlığı geçtim, dünyanın ortak mirası olarak nitelendirilen varlıklar bir bir satılıyor. Çin piyasasındaki yüzde 65’lik azalma korona virüsünün yayılmasından sonra an be an artıyor. Dünya ekonomisi dibe vurmuş durumda. Bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde gıda fiyatları her geçen gün yükselişte. Sığınmacılar, ekonomisi gelişkin ülkelerin en büyük kabusu haline geliyor. Buna karşılık ‘ırkçılık’ din sosuyla pazarlanıyor. Önümüzdeki süreçte büyük kıyımların yaşanabileceği öngörüsü kehanet değil, ne yazık ki! Yönetilenler birbirinin boğazını sıkacak işin en acısı! Dünyaya koşar adım yayılan, hakkında pek çok spekülasyonu da birlikte getiren corona virüsü bile zenginler ve fakirler arasındaki ayrımı çok net bir biçimde koruyor. İngiliz gazetesi “The Guardian”ın haberine göre; birçok zengin, yanına özel doktorunu da alarak enfekte olmamış ülkelerdeki ‘felaket sığınakları’na kaçıyor. Hatta bu noktada özel test yapacak doktorları da ablukaya alıyor. Önümüzdeki süreçte yoksulların, emekçilerin seslerinin daha çok çıkacağını tahmin etmek zor değil! Aslında bizi esir alan salgın bir hastalık gibi dünyaya yayılan, her şeyi kemiren kapitalizm. Şu andaki krizi bile kendi alanlarında fırsata çevirmek için nice kodamanın kollarını sıvadığını tahayyül etmek zor değil. Süreçte küçülen ekonomiler halkın yaşam hakkını daha da zorlaştıracak, üstelik kamu yararını öne alan politikalara daha az bütçe ayırarak yeni bahaneleriyle kesintileri arttıracaklar, belli ki. Tabii kendi sermayelerine aktaracaklar bu bütçeyi de!

“Bir bardak su ver!” çığlığı böyle bir eşikte ne olursa olsun işe yarar yaşamı öne kalmak kaydıyla. Hegel, “Dünya tarihi, özgürlük bilincinin gelişmesinden başka bir şey değildir,” der. Tabii büyük filozofun Avrupa’da etkisini o dönemde gösteren kolera salgınının kurbanlarından biri olduğunu da unutmadan yazıyorum bu satırları!