Sosyolojik bağlamda Covid-19 salgınının özelliklerinden birisi de, toplumsal eşitsizlikler için bir tür ayna işlevi görmesi ve örtük eşitsizlikleri görünür hale getirmesidir. Salgın ayrıca eşitlik ve adalete dair politik söylemlerin sınandığı bir ortam da yaratmaktadır. Bu bakımdan salgınla oluşan toplumsal manzara, sadece sosyolojinin değil, akademik/politik bütün yaklaşımların karşılaştığı bir sınanma-öğrenme alanı gibidir.

Eşitsizlik, öncelikle kaynaklara ve tüketim nesnelerine erişim imkânında gözlenebilmektedir. Nitekim küresel ölçekte bu durumun net örneği aşıya erişim düzeyidir. Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19 için aşı uygulamalarının 4’te 3’ünün, dünyadaki Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 60’ını elinde bulunduran 10 ülkede gerçekleştiğini; buna karşılık 2,5 milyar nüfusa sahip 130 ülkede henüz tek bir aşı bile yapılmadığını açıkladı. Virüsün görünür tek çaresi olan aşı ile henüz tanışmamış 130 ülke! Bu eşitsizlik, modern dünyanın bileşenleri olan devletlerin, kendi aralarında kurdukları düzenin adalet(sizliği)ine dair ayrıca fikir vericidir. Hatta bu manzara son iki yüz yıllık modern adalet söyleminin ifşa olmuş halidir. Yerel ölçeğe geldiğimizde de bu total eşitsiz manzaranın, her ülkede açık/örtük görünümlerine tanıklık etmekteyiz. Nitekim ülkelerin büyük bir bölümünde iktisaden varlıklı kesimler, kamu yöneticileri ve bunlarla ilişkili olanlar kaynaklara bir ölçüde erişebiliyorken, geniş kitleler bundan mahrum olarak yoksulluk ve açlıkla pençeleşiyor. Şunu da ilave etmeliyiz ki virüsten korunmak için kapanma-kısıtlama yönündeki uygulamalar, bu eşitsizlikleri hem derinleştirmekte ve hem de genişletmektedir. Çünkü kapanma, iktisadi tutunma aracı olarak geliri kesmekte ve görece orta halli toplumsal kesimleri hızla alttakilerle aynı konuma sürüklemektedir. Başka bir deyişle bu süreçte bir tür sınıfsal kaymalar da gerçekleşmektedir.

Türkiye, bu süreci çeşitli biçimlerde deneyimlemektedir. Salgının ilk günlerinden beri büyüyen muhtaçlar kategorisi; gelirsizler, kapanan işyerleri, müşterisiz esnaflar, borçlular vb. gündelik hayatın merkezine oturmuş durumda. Bundan dolayı bilhassa esnaf-pazar ziyaretleri, ucuz ekmek kuyrukları, İŞKUR önlerindeki kalabalıklar vb. parti yöneticilerinin, iktisatçıların ve sosyologların ortak ilgi alanları olarak öne çıkmaktadır. Üreticilerden tüketicilere kadar tüm toplumsal kesimlerin öyküsü ve salgından etkilenme biçim ve düzeyleri bu mekan ve ilişkilerde billurlaşmakta ve eşitsizliklerin çok farklı vehçelerini gözlemlemeye imkan vermektedir.

Bütün bunların ötesinde, bu sosyolojik manzaranın bir dikkat çekici özelliği de belirsizliktir. Toplumsal kesimlerin hiçbiri için sürecin nereye evrileceği; buradan ne zaman ve nasıl çıkılacağına dair bir öngörü oluşamamaktadır. Bu durum yönetme sorumluluğunu üstlenmiş politik kurumlar için daha çok geçerlidir. Nitekim tedbirlere dair hemen her resmi açıklama ancak kısa süreli hedeflerle sınırlı olmakta ve temel beklentilere dair kifayetsiz kalmaktadır.

Modern dünyanın bir dönem geliştirdiği refah devleti modeli, belirsizliklere de yanıt verecek şekilde yurttaşların güvenliği, sağlığı, eğitimi, barınması gibi temel ihtiyaçlarını kamunun asli görevi olarak tanımlamış ve buna göre kurumsallaşmıştı. Ne var ki küresel kapitalizm, refah devletinde ifade bulan bu kamuculuğun canına okudu ve salgınlardan nasıl çıkılabileceği de iyice belirsiz hale geldi. Nitekim kamucu geleneklerini hala bir ölçüde koruyabilen ülkelerde salgın süreci daha az sancılı geçerken, bu geleneği yaşamamış ya da çoktan terk etmiş ülkelerde belirsizlik en az virüs kadar ağır bir sosyal baskı oluşturmuş görünüyor. Türkiye, ne yazık ki bu ikinci grupta yer alan ülkelerden biri olarak salgın sürecini kamucu devlet pratikleriyle değil, esas olarak geleneksel kültüründen gelen yardım pratikleriyle aşmaya çalışıyor. Hatta kamu kurumları bile geleneksel dayanışma kültürünü harekete geçiren yardım pratikleriyle meşgul. Ama unutmamak gerekir ki belirsizlik, yardıma dayalı çözüm çabaları için de bir tehdittir. Yardım, bir toplumsal gelenek olarak değerli ama devlet politikası bundan daha fazla bir şey söylemeyi, yapmayı gerektiriyor.