Geçtiğimiz hafta Erzincan’daydım. 1939 büyük depreminden sonra yeniden kurulan Erzincan, modern şehir planlamasının Türkiye’deki nadir örneklerinden birisidir. Türkiye’de şehirlerin önce kurulup sonra ‘planlanması’ geleneğinin aksine inşa edilen bir örnektir. Mekanlar ve işlevler dönemin eğilimlerine göre planlanmıştır. Şehir bu yönüyle gerçekten de ilgi çekici bir araştırma sahasıdır.

Ancak şehirler sadece mekanlardan ibaret değildir. Bilakis sosyolojik doku, demografik yapı gibi insana dair ilişkiler bütününe işaret ederler. Bu yönüyle Erzincan, modernleştikçe gölgeli suretlerin şehri haline gelmiştir. Farklı renkler, diller, kültürler modern müdahalelerle adım adım görünmez hale gelmiş ve çoklu kimliklerin birer gölgeye dönüştüğü bambaşka bir şehir sureti ortaya çıkmıştır.

Bu kimliklerden birini Aleviler oluşturur. Geçmişte Aleviler Erzincan coğrafyasının en büyük toplumsal kesimlerinden birini oluşturuyorlardı. Merkez köylerinden başlayarak Kemah, Ilıç, Refahiye’de ve daha doğuya doğru Tercan, Çayırlı ve Mercan’da Alevi geleneğinin baskın izleri vardı. İlk dünya savaşında Cemalettin Çelebi, Alevi ocakları ile birlikte devletin yanında Ruslara karşı savaşmak için hazırlık yaptığında merkez olarak Erzincan’ı seçmişti. Bölgedeki diğer Alevilerle ve bilhassa Dersim Alevileriyle ilişkiler Erzincan’dan kurulmuştu.

Erzincan Alevileri kurtuluş savaşında büyük ölçüde Mustafa Kemal ile hareket etmeyi tercih etmişlerdi. Dersim’deki bazı kanaat önderleri ile birlikte Mustafa Kemal’i türlü badirelerden korumuşlardı. Bu sürecin bir yansıması olarak Hüseyin Aksu, Erzincan Alevilerinin bir kanaat önderi olarak ilk TBMM de milletvekili seçilmişti. Tıpkı Dersim’de, Kırşehir’de olduğu gibi.

Fakat hakim politik ortam ve eğilim çabuk tersine dönmüş; rejim, Diyanet İşleri Reisliğini kurduktan sonra ‘tekke ve zaviyeleri’ kapatmış ve Alevi inanç mekanları işlevsiz kılınmıştı. Aleviler; aşiretleri, ocakları ve aileleriyle artık bambaşka nedenlerle sistemin ilgi alanındaydı. Daha 1930’lu yılların başlarında Erzincan Valisi Ali Kemal’i Alevilerle ilgili detaylı raporlar yazmıştı. 1930’lu yılların sonlarına geldiğimizde ise Alevileri görünür alandan çıkarmaya yönelik politika fiziki müdahaleler aşamasına ulaşmıştı. Erzincan Milletvekili Hüseyin Aksu ailesiyle birlikte Kayseri’ye, önde gelen Alevi ailelerinden Karsu ailesi Aydına, Uğurlu ailesi de Bursa’ya sürülmüştü. Şu sıralar adından çok sözettiğimiz Cemal Süreya ailesinin Bilecik’e sürülmesi de tümüyle aynı nedenlere dayanıyordu. Raporlara göre 3.000 dolayında Erzincanlı Alevi sürgüne gönderilmişti. Konuya dair resmi belgelerde bu ailelerin suçlandıkları somut hiç bir neden görülmüyordu. Dolayısıyla tek neden, dışarıda bırakılan etnik/inanç kimliksel alanında kalmış olmalarıydı.

Dönemin fotoğrafına bir bütün olarak baktığımızda sürgüne gönderilen Aleviler belki şanslı bile sayılabilirdi. Çünkü Erzincan Alevilerinden seçilen bir grup yine 84 yıl önce bu günlerde Surbahan Köyünde toplatılmış, sonra da yaklaşık 7-8 saat yürütülerek Zini Gediği denilen bir yerde kurşuna dizilmişlerdi. Anlatılara göre yaklaşık 100; 1960’da konuya dair bir belgeye göre ise 60 kişi orada öldürülmüştü. Bu katliamın ardından söz konusu alan yasak bölge ilan edilmiş ve böylece cesetlerin oradan alınması ve toprağa verilmesi de engellenmişti.

1946’da çok partili hayata geçilmiş ve 1950 yılında da Demokrat Parti (DP) iktidarı kurulmuştu. Ama sistemin Alevilerle imtihanı bitmemiş; politikası da değişmemişti. DP müfettişi N. Sahir Silan a göre Erzincan’da sadece CHP de değil, DP’de de bir Alevifobi vardı. Partinin il ve ilçe örgütlerinde Alevilerin görünür olması sorun yaratmıştı. DP, Alevilerin desteğinden değil ama görünür olmalarından rahatsız olmuştu.

Erzincan’da bugün tarihsel kimliksel çoğul yapı, gölgeler suretinde devam ediyor. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Çoğul yapının büyük parçası olarak Aleviler, bu coğrafyada da kendi olarak var olma çabasını sürdürüyor. Zini Gediğinde katledilen atalarını anarken Erzincan demografisi ve barışının bir parçası olarak kalmaya ısrar ediyor. Yine Türkiye’de olduğu gibi.