Lamı cimi yok. Soner Yalçın tek kelimeyle, gazetecidir. Üstelik iyi bir gazetecidir. Nokta.

Lamı cimi yok. Soner Yalçın tek kelimeyle, gazetecidir. Üstelik iyi bir gazetecidir. Nokta.

Soner ve arkadaşlarının tutuklanmasının üzerinden üç gün geçti. Herkes eteğindeki taşları döktü. Tayyipçiler “Oh olsun, hak etmişti” dediler, eyyamcılar itiraz ederken “ama” diye başlayan cümleler kurdular. Ve bir de gazeteciler vardı, asıl tasası basın özgürlüğü olan gazeteciler, basının özgür olmadığı bir yerde hiçbir özgürlüğün esamisinin okunamayacağının farkında olan gazeteciler. İşte onlar şiddetle itiraz ettiler.

Ve sordular: Sıra kimde? Ve cevapladılar: Hepimizde!

Bu ülkede kendilerini “gazeteci” sayan Cengiz Çandar, Gülay Göktürk gibileri de var. Ne bileyim, Irak savaşında ABD safında üstlendikleri militarist misyondan başlayıp AKP’nin her eylediğini anti militarist havalarda temize çıkarmaya çalışan birer dezenformasyon görevlisi olarak şöhret ve para kazandılar. Kalemlerini şu ülkenin muhaliflerini nefret söylemi ile katletmek için kullandılar. Çünkü bunlar ve benzerleri gazeteciliği filan değil muktedir gübresi olmayı tercih ettiler. Nokta.

Size bir şey daha diyeyim. Aslında Tayyip Beyin ideal gazetecisi Çandarlar ya da Göktürkler değil, Ahmet Kabaklı gibilerdir... Soner’in tutuklandığı günlerde Başbakan sağ cenahın “Şeyhülmuharrirîn” dediği Ahmet Kabaklı'nın ölümünün 10. yıldönümü anma programları çerçevesindeki törenlere katılmıştı. Kabaklı ile yakından tanıştığını aktaran Tayyip Bey, “Özellikle gençlik dönemimde kendisinden istifade etmiş, kendisiyle de yakından tanışma şerefine erişmiş biri olarak bugün burada kendisi için şahadet ediyor 'İyi bilirdik' diyorum” demişti.

Peki Ahmet Kabaklı kimdi? 32 yıl önceki Maraş katliamını “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı” diye alkışlayan ve Tayyip Beyin hâlâ “büyük bir üstat, mütefekkir, gönül insanı” olarak andığı bir “gasteci”. Nokta.

Demek ki sürecin gidişatı Tayyip Beyin Ahmet Kabaklı’da tazelediği imanda görülmeli, şakşakçıların tezviratında değil... Böyle bir gidişatta Soner Yalçın’ın şu sözleri ise sanırım hepimizin ortak görüşü: “Sürecin ne olduğu belli, ya kalemini kıracaksın ya da gazetecilik yapacaksın. Gazetecilik ve habercilikte ısrar edeceksin. Aklınla ve vicdanınla hesaplaşacaksın. Bu meslekte canından olanlar var.”

Bu sürecin despotları, zalimleri gözünde asıl korkutucu olanlar birey olarak tek tek muhalifler, solcular, devrimciler değil ki... Korkutucu olan muhalefet fikri, solculuk fikri, devrim fikri... Öncelikle bu fikri itibarsızlaştıracaklar, terörize edecekler ve zaten öyle yapıyorlar. İşte bu yüzden direneceksek, şu ya da bu kişinin özgürlüğü ötesinde, bu fikirlerin, muhalif duruşların yok edilmesine karşı direneceğiz.

Sahi, “Özgürlük” deyince sadece türbana filan özgürlüğü anlayanlar, bir de basın özgürlüğü vardı, değil mi?

Mesela? Mısır’da da basın özgürlüğü yoktu! Üstelik Mısır’da şu günlerde sivil vesayetten askeri vesayete geçilmekteymiş, tarihin bir ironisi olarak... İyi de, mesela seçim yapmak demokrasi için yeterliyse, Mübarek Mısır’ında seçim yapılmıyor muydu? Mübarek’in rejimi ile Tayyip Beyin rejimi (ki kuşkusuz o da “mübarek” bir demokrasi!) çok mu farklı? Diyeceksiniz ki “oradaki seçimlere hile karıştırılıyordu”. Şimdi, basın özgürlüğü bile olmayan ve muhaliflerin derhal kodese tıkıldığı bir seçim ortamı şaibeli ve hileli bir seçim ortamı sayılmayacak mı?

Polis gücü, yargıda, üniversitede, medyada tahakküm bakımından Mübarek rejimi ile Tayyip Bey’in rejimi arasında bir fark söyleyin, dişimi kırayım. Birisinin adı alenen diktatörlük, diğerinin adı da, şey, sehven demokrasi! Nokta.

Soru: Peki bizim ahali Tahrir Meydanına koşmayacak denli anestezi altındaysa, yani objektif koşullar var olduğu halde sübjektif koşullar yoksa, halimiz nicedir?

Cevap: Üç nokta...