Rejim değişikliği TBMM’de ve medyada tartışılırken dile getirilen bir iddia/tahmin vardı: sistem giderek iki partili bir hale dönüşecek!

AKP’liler, iki partili düzenin “merkez sağ ve merkez sol” iki parti olarak şekilleneceğini dillendiriyordu. Hatta Erdoğan’ın nereye giderse gitsin yanından ayırmadığı pek kıymetli ve öngörülü(!) danışmanı Yiğit Bulut, “(MHP’nin) tabansız kaldığını, terör sorununun çözülmesi ile birlikte ihtiyaç kalmayacağı için, MHP’nin kapanacağını” iddia ediyordu. Yani “ucube sistemin savunucuları”, merkez sağ siyaset ve partilerin AKP’de, merkez sol siyaset ve partilerin ise CHP’de konsolide olacağını iddia ediyorlardı.

Siyasal İktidarın, hatta egemenliğin tüm unsurlarının, yani yasama/ yürütme/yargının Cumhurbaşkanında toplandığı ve yüzde 50+1 oyla belirlendiği bir “ucube sistemin” büyük siyasi krizler yaşamadan, stabil iki partili sisteme dönüşmesi oldukça zor görünüyor.

İnşaa edilmek istenen rejimin,Türkiye’nin siyaset sosyolojisine alabildiğine yabancı olması kadar, AKP’nin henüz “partileşememiş” bir çıkar grubu olması, MHP ve İYİ Parti arasındaki ayrışmanın aslında ideolojik değil, yapay (adeta halen yapıl(a)mayan kurultayın devamı olan bir kavga) olması ve HDP’nin kriminalleştirilerek Kürt siyasetinin (ya da temsiliyetinin) sistem dışına itilmesi kriz dinamiği olarak duruyor.

Ancak bir başka etken de var ki pek üzerinde durulmuyor: temsil krizi.

Her birisi üzerinde çok durulması gereken, siyasi parti örgütlenme modelleri, tek adamcı liderlik anlayışı, merkezi ve anti demokratik aday belirleme yöntemleri gibi ülkemize özgü nedenleri var bu krizin. Neoliberalizmin iflası ile birlikte daha görünür hala gelen temsili demokrasinin ve bizatihi temsil fikrinin kriz(ler)i ise hemen tüm demokratik ülkelerde etkisini gösteriyor.

Bu krizlerin yarattığı yıkıma, otoriter lider ve rejimlere karşı sosyal demokrasinin yeterince direnç göster(e)mediğini düşünen birçok parti ve siyasetçi yeniden, sosyalizmi/21 Yüzyıl sosyalizmini/demokratik sosyalizmi/enternasyonalizmi tartışıyor.

Başta CHP olmak üzere partilerin, bu krizleri analiz edip açılan alanda siyaset yapmak yerine 24 haziran seçimlerinde içine düşülen “siyasetsizlik” olarak özetleyebileceğimiz bir anlayışla ittifak peşinde koştuğu görülüyor. Bu kez İktidar bloğu da ittifak paniğinde! Kuşkusuz kategorik olarak ittifaka karşı çıkılamaz. Ama “kimi aday gösterirseniz gösterin destekleyeceğiz” diyerek “jest karşılığı” kurulan bir ilişkiye ittifak denilebilir mi?

Ya da daha “nasıl bir yerel yönetim?” üzerinde uzlaşılmadan “kazanacak aday” üzerinden bir araya gelmek ittifak mıdır? “Şu il senin, bu il benim!” arayışı koltuk pazarlığı değil midir?

Tabii bir de; adayımız erkek olsun, kadın olsun, CEO olsun, şaşırtıcı olsun, rozetsiz olsun, falanca yerli olsun, vs. gibi “siyasetsizliğin dibi” diyebileceğimiz yaklaşımlar var ki evlere şenlik!

Temsil krizi ile bağlayacak olursak; karar vericiler ile temsil ettiklerini iddia ettikleri seçmen arasındaki ilişki bu kadar kırılgan ve tartışmalı iken elde hesap makinesi ile kurulan ittifak seçmeni ikna eder mi?

Unutulmamalı ki iktidarın seçim süreçlerine ve hatta seçim sonucuna müdahale kabiliyet ve cüreti artmışken, yaklaşan yerel seçim sürecini ve yapılacak hamleleri esas olarak genel iktidar yarışını düşünerek atmalıyız. İçi “siyasi iddia” ile doldurulmamış “tabanla ittifak kuracağız” söylemi bir kez daha umutların boşa çıkmasına, “kazanılmış ama bizim olmayan” yerel yönetimlere ve “koltuk savaşlarına” yol açar.

Temel sorunlar ve çözümlerin tartışılmadığı, emekçilerin ve ezilenlerin haklarının, inanç/kimlik ötesi sınıfsal bir perspektif ve programla savunulmadığı her seçim, “gitmekte olana” nefes aldırıyor, meşru olmadığını iddia ettiğimiz rejime meşruiyet veriyor ve itiraz dinamiklerini köreltiyor. Sonuç olarak “tek kazanan hep kazanan” büyük sermaye, yandaş müteahhitler ve rantçı kesimler oluyor.

Siyaset oy oranlarını toplama, anket yapma, şaşırtıcı aday bulmak değildir. Siyaset “var olandan kopma imkânının reçetesidir”.

Tabii eğer niyetiniz varsa!