Ülke gündemine “Fetönün siyasi ayağı” tartışması damga vurdu. Siyasi iktidar kendi var edip beslediği canavarın siyasi ahlaki ve hukuki sorumluluğunu başta CHP olmak üzere muhalefete yıkma çabası içerisinde. Siyasi iktidarın içeride ve dışarıda yaşadığı sıkışıklığı aşma çabasının en önemli argümanlarından olacak gibi görünüyor bu siyasi ayak tartışması. Sadece AKP’nin kendisini kurtarmak için başvurduğu bir argüman olması değil bu sorunu önemli kılan. Birkaç kuşağımızı etkileyecek stratejik bir tehdit/sorun olduğu kesin olan Fetullahçı yapılanma ile “mücadele” ve çözümü için de önemli.

Bir soru ile başlamak istiyorum: Bir dönem toplumun liberal ve muhafazakar kesimi gözünde, hemen her alanda tartışmasız ağırlığı, hatta belirleyiciliği olan Fetullah Gülen’in saygınlığı (kamuoyu yoklamalarının diliyle ‘görev onayı’ ) özellikle 17/25 Aralık sonrası niye baş aşağı gitmeye başladı?

Sol, sosyalist, sosyal demokrat ve Atatürkçü kesimler başlangıçtan itibaren Fetullahçı yapılanma ve benzerlerine karşı pozisyon almışlardı. Tehlikenin farkındaydılar. Fetullahçı yapılanma bu kesimlere ancak başka kılıklarla sızabiliyordu. Kastım mütedeyyin/muhafazakar kesimlerin tavrı. Bu geniş kesim, 17/25 Aralık sonrası niye tercihlerini Gülen’den yana değil suçüstü yakalanan Erdoğan ve ekibinden yana kullandılar? Genişletelim soruyu; Erdoğan’dan yana tercihleri yalnızca algı yönetimi, propaganda, “karizmatik liderlik” ya da zora bağlanabilir mi?

Bu soruya vereceğimiz “doğru” yanıtlar gündemimizi işgal eden “siyasi ayak” tartışmalarına da ışık tutacaktır. Malum birkaç anlamda kullanılıyor bu kavram; 15 Temmuz sonrası hükümet, siyasi olarak Fetullahçıların önünü açanlar ve doğrudan Fetullahçı olan siyasiler.

Hemen belirtmek isterim ki hangi anlamıyla kullanılırsa kullanılsın siyasi ayak sadece tek bir parti ya da harekete indirgenecekse o adres AKP’dir. Anayasa değişikliği, medya gücünün yükselişi, orduya yerleşme, yargının peşkeş çekilmesi, taşranın fethine izin verilmesi, ticari olarak büyümesi, vs. tüm bunlar AKP’nin onayı, hatta stratejik ortaklığı, koruması olmasaydı gerçekleşmeyecek şeylerdi. AKP’nin sadece, benim cumhuriyet savcısı iken başlatmış olduğum soruşturmadaki engelleyici tutumu olmasaydı bile başta 15 Temmuz gecesi olmak üzere yaşadığımız felaketlerin çoğu yaşanmayacaktı.

Sorumuza dönecek olursak; sanırım en belirgin gerekçe Fetullahçı yapılanmanın toplumunun kılcallarına kadar nüfus etmiş adaletsizliğiydi. Kendisine himmet vermeyen bir nalburun, itiraz eden bir öğretmenin, eleştiren bir gazetecinin, desteklemeyen bir bürokratın, önünü açmayan bir imamın, istemedikleri bir kararı veren hakimin, onay almadan ihale alan bir iş adamının -muhafazakar da olsa- yaşama şansı yoktu. Ele geçirdikleri devlet aygıtının ve AKP iktidarının partnerliğini de katarsak, karşısında duranın, dokunanın yandığı sıra dışı bir “çete devlet” oluşturmuşlardı.

Fetullah Gülen’in muhafazakar kesimler nezdinde dünya liderliğinden adı küfürsüz anılmayan bir meczuba dönüşü bazı AKP’lilerin ve diyanetin iddia ettiği gibi “İslam’ın inanç ilkeleri, ibadet telakkisi ve ahlak düsturlarında yaptığı tahrifat ve tahribat, İslam’ın temel kavramlarına dair çarpıtmalar” da olamaz. Nitekim bu konuda Gülen’e şapka çıkarttıracak “meczuplar”
Cumhurbaşkanından akademisyenlere, yüksek yargıçlardan işadamlarına kadar geniş kesimlerden saygı görüp bakanlıkları paylaşıyorlar.

Muhalefet ise tarihsel haklılığına rağmen iki tutumu ile bu konularda oluşan rahatsızlıktan “faydalanamıyor”; bütünlüklü bir çözüm seti üretmek yerine yalnızca hak ihlali eksenli bir dil tutturuyor. En önemlisi de parti içi demokratik mekanizmaları iptal ederek örgütleri sızmalara açık bir hale getiriyor. Önseçim olsa partilerin kapısından geçemeyecek kişiler yönetici olabiliyor. Yumuşak karını da bunlar oluşturuyor. Umarım başta CHP kurultayı olmak üzere yakın aralıklarla yapılacak kurultaylar ülke siyasetine egemen olan bu “kayıt dışı siyaset ve kadro” pratiğini de sorgulatıp silip atar.