Ferit Edgü’nün kurucusu olduğu Ada Yayınları’ndan çıkan, Furuğ’un “Sonsuz Günbatımı”nı elime aldığımda henüz lise öğrencisiydim. Onat Kutlar, kitabın önsözünde, İran’ın kara kaşlı, kara gözlü, cesur şair kadınına dair anlatımına, “Güzel bir zamandı!” diye başlıyordu. Göksu’da bir sandalda dostu Celal Hosrovşahi ile birlikte salınıyor, mor salkımlar arasında birbirlerine şiirler okuyorlardı. Konuşmalarının dönüp dolaşıp geldiği yer ise Türkiye ve İran’ın karanlık sürprizlerle dolu, hukukun neredeyse bir labirent haline dönüştüğü dik yokuşlarıydı. Ruhları isyanla doluyor, sonra tekrar Furuğ’un dizelerinde soluklanıyorlardı.

Yazılanlara, İran’a buz gibi soğuk hava estiren Şah döneminin karanlık zindanları, Humeyni’nin ayak sesleri, milislerin öldürdüğü aydınların ardından dökülen gizli gözyaşları sinmişti. Bu karmaşanın ortasında otuzlu yaşlarında hayatını kaybeden bir şair kadının İsfahan çinileri gibi ince, narin aşklarından kalan acıyı demliyorlardı. Onun şiirlerini konuşurken Celal’in gözleri yaşarıyordu. Aşıktı Celal. Hem de deli divane… Furuğ’a…

Çok sonra Celal Hosrovşahi’nin “Furuğ’un Ölümü” kitabındaki öyküleri okurken sürekli aklımın bir köşesinde o gözyaşları vardı. Tahran’ın göbeğinde, en işlek caddesinde, araba kazasında bir kuş gibi ölmüştü Furuğ. Otuz üç yaşındaydı. O kadar gençti ki, bu kabul edilemez kaybın düzenlenmiş bir kaza olduğuna dair fısıltı gazetesi devreye girmişti bile. Dahası defin işlemi iki gün bekletilmiş, mollalar cenaze namazı kılınmasına engel olmaya çalışmışlardı.

Yaşadığı aşklar ve bu aşkların şiirlerine sokulması Furuğ’u göz önünde bir isim yapmıştı. Hemen hemen bütün yazdıklarına kadınlığının usul sesi siniyor, gizil bir başkaldırı muazzam bir ahenkle hayat buluyordu. Ama onu yalnızca şiir ve beden ilişkisi üzerinden ele almak büyük haksızlıktı. Yine de sinemacı İbrahim Gülistan’a karşı yazdığı şiir ataerkilliğe, toplumun tabularına, bir kadının özgürleşmesine yönelik devasa bir adımdı: “Günah işledim lezzet dolu bir günah/ titreyen esrik bir tenin yanında…”

Onun şiire başladığı dönemde edebiyat üzerinden ilerleyen tartışmalar, âdeta siyasal bir arenaya dönüşmüştü. İran’da Nima’dan başlayarak serbest nazımla şiir yazma düşüncesi yepyeni bakış açısı kazandırmıştı, ama şiirin Farslara özgü özel bir biçimle yazılmasını savunan gerici kesim onlara ağır suçlamalar yöneltiyordu. Bu durumda Furuğ’a da bir şiirinin sonunda işte bu kesime sinkaflı bir küfür etmek düşüyordu.

Artık şiirleri elden ele dolaşıyor, özellikle Şah döneminin zülumlerine, yeryüzünde yaşanan tüm haksızlıklara karşı yönettiği “Soğuk Bir Mevsimin Başlangıcına İnanalım” dizeleri, İran’ın daha sonraki yılları gözönüne alındığında, bir şair önsezisi olarak düşünülüyordu: “Bozgununa inanalım hayalgücü bahçelerinin/Terkedilmiş, düşmüş oraklara/Ve tutsak tohumlara/Bak nasıl kar yağıyor!”

***

Edip Cansever’in dizesine yakışıyor şimdi halimiz. “Dağılmış Pazar yerlerine benziyor memleket”… Hayatlarımız kadın cinayetlerinin ortasında hırpalanıp duruyor. Her gün “Son Yirmi Dört Saatte Öldürülen Kadınlar” haberleri gerçekliğin gözü kör olası kanlı elbisesini üzerimize giydiriyor. Tekmeci, taklacı adamlar gözyaşlarımızı kalbimize akıtıyor. İstanbul Sözleşmesi iptal ediliyor. Yetmiyor. “Daha… daha…” çığlıkları sarıyor dört bir yanı.

Ama sonunda kadınlar kazanacak. El ele tutuşacak. Birbirinin yarasını saracaklar. Kurşuna pansuman, morarmış göze merhem, kilitlenmiş nice kapıya anahtar olacaklar. Küfre karşı gül, onca laf ebesi ağıza su katılmamış cevap olacaklar. Karanlığa karşı ilk ışık olacaklar. Hastane yatağında yoldaş olacaklar. Seruma katılmış can olacaklar. Sakatlanan bacağa koltuk değneği, kesilen boğaza dikiş olacaklar. Onca gözyaşına kardeş şefkati, yürek yarasına tuz olacaklar.

***

Ve Furuğ’un dizeleri yol gösterecek bize. “Soğuk Bir Mevsimin Başlangıcına” değil, bahara inanacağız. Ama onun dünyanın en güzel dizelerini yazdıran direnişini hiç unutmayacağız.