Kanal İstanbul’un finansmanı ve halkın sırtında devasa sülüklere dönmüş KÖİ projeleri ile ilgili olarak öncelikle basit bir gerçeğin altını tekrar çizmekte yarar var;

Devletlerin/hükümetlerin parası olmaz. Devletler/hükümetler yetki aldıkları süre içerisinde “halkın parasının” ne şekilde kullanılacağına karar verirler. Bu anlamda üretici güçlerdir paranın/değerin sahibi. Devasa sayıya ulaşan moto-kuryelerdir, çiftçilerdir, maden işçisidir, AVM çalışanıdır, metal işçisidir, beyaz yakalıdır, mavi yakalıdır asıl paranın/değerin sahibi. Soyut olarak devlet de, bütçe hakkı çerçevesinde geliri/gideri koordine eden hükümet de esasen üretici değildir. Hatta son tasarruf genelgesinde görüldüğü gibi çoğu zaman kamu için “yük” oluşturur. O zaman eğer bir kanalın, köprünün, havaalanının, şehir hastanesinin garantörü devletse onun risklerini de üretenler üstlenmiş demektir. Öyle olunca da risk gerçekleşse de gerçekleşmese de “parayı” veren çalışanlardır, üreticilerdir.

***

Vergi olarak öder, elektriğe, suya, doğal gaza zam olarak öder, geçmedikleri köprülere araç garantisi olarak öder, uçmadıkları havaalanlarına yolcu garantisi olarak öder yurttaşlar. Bu nedenle iktidarın “cebinizden beş kuruş çıkmayacak” sözü tam bir aldatmaca.

Kuşkusuz hükümet geliri gideri koordine ederken hukuku ve kamu yararını gözetmek zorunda. Hükümet, aile şirketinden bu harcamaları ve garantileri karşılamadığına göre, yurttaşların her aşamada bu testi (hukuk ve kamu yararına uygunluk) yapma yetki ve görevi vardır. Hele hele telafisi, geri alınması imkânsız olan zararların gerçekleşme ihtimali varsa, “ben hesabı sandıkta veririm” ya da “hesabı gelince sorarım” yaklaşımı kabul edilemez.

Bu basit gerçek ışığında, CHP ve İYİ Parti’nin Kanal İstanbul konusundaki “ödemeyeceğiz” çıkışı radikal ve yerinde bir çıkış. İktidarın uluslararası finansın ve iyice daralmış bir sermaye kesiminin çıkarlarını “lümpen ve şımarıkça” savunmasındaki ısrarı böyle bir çıkışı hak ediyor. Ayrıca yurttaşların kendilerini yakından ilgilendiren bir konuda karar mekanizmalarına etki etme kanallarının ortadan kaldırılmış olması da bu çıkışı zorunlu kılıyor.

Peki bu sözleşmeler imzalanırsa “yatırımcılar” tahkim aracılığı ile paralarını “söke söke” alabilirler mi?

Öncelikle Kanal İstanbul’un garabet bir proje olduğu açık olmakla birlikte, henüz detaylarını bilmediğimiz bir sözleşme üzerine kesin yargılarda bulunmak çok doğru olmayabilir. Akşener’in bahsettiği “tiksindirici borç” (gayri meşru borç, iğrenç borç, musibet borç, odious borç), devrim sonrası çarlık rejimi, işgal sonrasında Irak, Apartheid dönemi sonrası Güney Afrika, sömürge sonrası Küba borçlarında, Haiti’de, Hırvatistan’da Nikaragua’da, Ekvator’da gündeme gelmiş. İktidar bu konuda ısrarcı olursa, yapacakları borçlanmanın “tiksindirici borç” kapsamında değerlendirilmesi gündeme gelecektir.

Bir de ceza hukuku ile tahkimin kesiştiği noktalar var. Uluslararası kamu düzeni anlayışı ve uluslararası sözleşmeler tahkim süreçlerine etki edebiliyor. Bir iki örnek vermek istiyorum:

1963 tarihli bir tahkim yargılamada hakem, “rüşvet ile imzalanan sözleşmeden kaynaklanan bir ihtilafı çözmeye yetkisi olmadığına hükmetmiştir. Her ne kadar hakem Lagergren davayı esastan karara bağlamamış ise de yetkisizlik kararının gerekçesinde “uluslararası kamu düzeninin ve ahlak kurallarının bu derecede büyük bir ihlalini içeren bir olayın ... herhangi bir medeni ülkenin mahkemesinde veya herhangi bir hakem huzurunda tasvip edilmesi mümkün değildir” demiştir.

***

“2006 yılı Ekim ayında verilen bir karar da bu konudaki güncel eğilimi gözler önüne sermektedir. World Duty Free Company Limited isimli bir şirket ile Kenya Cumhuriyeti arasındaki tahkim davasına konu olayda, şirket, Kenya’daki bazı havaalanlarında mağaza kompleksleri kurabilmek için dönemin Kenya Devlet Başkanı’na 2 milyon ABD Doları rüşvet vermiştir… hükümet tarafından mağazaların faaliyetlerine son verilmiştir. Bunun üzerine, şirket ICSID tahkimine başvurmuştur. Tahkim yargılaması sırasında söz konusu rüşvetin gerçekleştiği hakemlere beyan edilmiş ve bu beyan sonucu hakemler, uluslararası kamu düzeni açısından rüşvetin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini incelemiş ve rüşvetin evrensel standart ve normlara göre suç teşkil ettiğini belirterek davacı şirketin rüşvet ile elde edilmiş sözleşmeye istinaden ileri sürdüğü taleplerinin kabul edilemeyeceğine hükmetmiş ve davacı şirketin 500 milyon ABD Doları tutarındaki talebini reddetmiştir.” (Güneş OKUYUCU-ERGİN, TBB Dergisi, Sayı 70)

***

Verilen örnekler rüşvet suçuna ilişkin olsa da ihaleye fesat karıştırma ya da çevre suçunun uluslararası kamu düzeni ve uluslararası sözleşmeler çerçevesinde değerlendirilebileceği düşünülmelidir. Ancak her şeye rağmen asıl mücadele siyasi alanda ve sahada verilmeli. Uluslararası sömürünün en etkili mekanizması olan tahkim mekanizmasının geriletilmesi kolay olmadığı gibi yeni gelen iktidarların yabancı sermayeyi küstürmek istememesi gibi gerekçeler başarısızlığa yol açabilir.

Muhalefetin “büyük projelere karşı çıkmayacağız” noktasından bu meydan okuyan noktaya gelmesi önemli. Ancak demokratik ülkelerde var olan geleneksel karşı çıkışlardan uzak durarak “sokağın kriminalleştirilmesine” razı bir görünüm verilmemeli. Umarım temel atma törenine tepkisizlik bu çekingenlik nedeniyle olmamıştır.