Herkes yeni yıla dair kehanette bulunuyor, lakin şahsım olarak uğursuz bir kehaneti çıkmakta olan falcı hallerindeyim… Daha 2008

Herkes yeni yıla dair kehanette bulunuyor, lakin şahsım olarak uğursuz bir kehaneti çıkmakta olan falcı hallerindeyim… Daha 2008 yılı Mart ayındayken tepemizdekilerin tepişmesine bakıp “örtülü bir iç savaş çıkmak üzeredir” diye yazmıştım. Hayır, Kürtler ve Türkler arasında patlak verebilecek toplumsal felaketten söz etmiyordum. Kastettiğim devlet içindeki bir savaş idi...
Bu doğrultuda ilk emare 4 Aralık günü ortaya çıktı. Erzurum Özel Yetkili Savcısı ve polisler, Erzincan MİT Bölge Müdürlüğü’ne gittiler. Kapıdaki MİT’in güvenlik görevlileri önce bunları içeri almak istemedi. Hatta kapıdaki güvenlik görevlilerinden birisi elini beline atıp, silahının kılıfını açtı... Silahlar patladı patlayacaktı ki...
Birkaç gün önce de Ankara’da Uğur Mumcu Caddesi’nde askeri araçlar durduruldu. Araçların içinde askerler vardı; silahlı kuvvetler! Durduranlar da polisin Terörle Mücadele timinden, onlar da silahlı kuvvetlerden. Eee?
Amiral Battı (yani sivil) Ertuğrul Özkök bu sahneleri şöyle yorumlamıştı: “Giderek kan davasına dönüşme riski taşıyan bu gerginlik önlenmezse, korkarım bir gün bir yerde silahlar patlayacak ve iş artık geri dönülmez noktaya gelecek. Tarihimizde emniyetin çeşitli birimleri arasında çatışmalar, çekişmeler yaşadık. Ama polisle asker, polisle MİT, savcılıkla askeri yetkililer arasında böylesine sert kavgaları hiçbir zaman yaşamadık.”
Devlet katındaki iç  savaş, toplumdaki iç savaşa benzemez... Ama bugüne dek “böyle” bir şeye tanık olmadığımızdan, açıkçası, neye benzeyeceğini de bilemeyiz ki.
Bildiğimiz şudur: AKP/Hükümet ile Genelkurmay arasında hâlihazırda bir “mutabakat” var gibi. Mesela Genelkurmay Başkanı’nın 17 Aralık günü Trabzon’da firkateyn üzerine çıkıp konuşması önemliydi. Burada sadece kendilerine karşı asimetrik savaş iddiasını değil, “Cumhuriyeti koruma ve kollama vazifesini” hatırlatmış olması da manidardı. Ama “17 Aralık muhtırası” bu ikinci yönüyle hiç okunmadı, ya da ne bileyim, ciddiye alınmadı! Yani hükümet 27 Nisan e-muhtırası sonrasında olduğu gibi kükremedi; demek ki hükümet-asker ilişkisinde aksayan pek bir şey yoktu... Onlar da zaten ikide bir “kurumlar arası çatışma yok” diyorlar; peki biz de buna AKP/Hükümet Kurumu ile Ordu Kurumu arasında çatışma yok gibi, diyelim...
Öte yandan AKP hükümeti, Genelkurmay ile olan ilişkilerini henüz Meteoroloji Genel Müdürlüğü kategorisine sokabilmiş olmasa da, bir başka boyutta ciddi aksamalar olduğu aşikâr. Yani cunta iddiaları, suikast ihbarları, kozmik oda baskınları... Peki bunlara ne demeli?
Tablo şöyle: Hükümet de Genelkurmay da adeta kenara çekilmiş olup bitenleri izliyorlar, ya da “bizim haberimiz yok” havasındalar... Çatışma sanki otonom gruplar, özerk kuvvetler arasında cereyan ediyor... (Bu “otonom gruplar” mazeretiyle neler yapılabildiğini, başka örneklerden biliyoruz elbette!) Ama belli ki bu otonom gruları fiştikleyenler (azmettirenler) var… Kim bunlar?
Bir cenahta ABD’den hem askeriye hem polise yapılan ihbar, daha önce Fethullah Gülen’i beraat ettiren hâkimin yaptığı baskın, polis içindeki malum kuvvetler... Evet, bildiniz; Cemaat kuvvetleri...
Öbür cenahta yine ABD marifetiyle kurulmuş Gladiyo, kontrgerilla ve bunların resmiyet kazanmış haliyle Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler ve saire... Evet, bildiniz; potansiyel Cunta kuvvetleri...
Bakın işte; çatışan her iki tarafın içinde yine ABD!
ABD’nin bu coğrafyaya dair politikaları da ayyuka çıkmış olduğuna göre...
Gel de paranoyak olma!
Tam bir fasit daire, kısır döngü oluşmuş halde... Subayı polis, polisi asker, askeri savcı, savcıyı aşçı, aşçıyı cemaatçi, cemaatçiyi cuntacı, cuntacıyı tüpçü, tüpçüyü camideki sütçü takip ediyor...
Ne diyelim? Takip eden de edilen de paranoyak olsun! Elleri kırılsın, çot olsun… Ayakları kötürüm olsun, arabasının debriyajı bozulsun, freni tutmasın, lastiği patlasın…
Yaparsınız simetrik ve asimetrik psikolojik savaşları, bozarsınız milletin psikolojisini ve sonra dersiniz paranoyak! Belli belli! İki bin dokuz yılı daha bitmedi!
Paranoyak olmamız, iki bin dokuz yılı tarafından takip edilmediğimiz anlamına gelmiyor!