Başlığa taşıdığım tespit, La Via Campesina Avrupa Koordinasyonu (ECVC) Genel Kurulu’nun bir özeti olarak düşünebiliriz. 4 Aralık Cuma günü gerçekleşen Genel Kurulu’na Çiftçiler Sendikası gönüllüsü olarak katılma fırsatım oldu. Bu sayede, Avrupa çapında üretim yapan çiftçilerin sorunlarına, çözüm önerilerine ve mücadele perspektiflerine dair bildiklerimi tazelemiş oldum. Bu yazıda da öncelikle Genel Kurul gündemlerinin kısa bir özetini aktarmak istiyorum. Ardından, çiftçilerin tespitleri üzerinden yerel mücadele perspektifimize değinmek istiyorum.

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, ECVC’nin mücadelesinin temelinde gıdanın toplumsal ve iktisadi boyutlarıyla birlikte bir hak olarak tesis edilmesi bağlamında halkın gıda egemenliği yer alıyor. Bu doğrultuda çiftçi örgütlerini bir araya getirerek yapılabilecekler, stratejiler üzerinde tartışılıyor ve hareket ediliyor. Bu yılki Genel Kurul’da da bu stratejilere dair iki başlıkta gündem oluşturuldu.

Bunlardan biri iklim krizi idi. Avrupa Birliği’nin, iklim krizine yönelik geliştirdiği “Yeşil Anlaşma” ile “Çiftlikten Çatala ve Biyoçeşitlilik Stratejisi” başlıklı politikaları üzerinde duruldu. Katılımcılar, AB politikalarının, sağlıklı bir toplum, sürdürülebilir bir gıda sistemi, iklim dengesini tesis etme gibi iddialara ulaşmakta yetersiz ve işlevsiz kaldığı konusunda hemfikir oldular. Bunun en önemli sebebi ise politikalar hazırlanırken, politikaların özneleri olan çiftçilerin sürece dahil edilmemesi olarak kendini gösterdi.

Çiftçilerin sürece dahil edilmemesi politikaların, çiftçiler lehine olmamasını ve sorunlarını kapsayamamayı beraberinde getiriyor. Örneğin; bugün çiftçilerin en büyük problemlerinden biri olan toprağa erişim ve toprak gaspları ile işçi hakları, kırdaki demografik problemler, ticaret anlaşmaları gibi konularda herhangi bir çözüm bulunmuyor. Bu nedenle çiftçilerin de ifade ettiği gibi, AB’nin önerdiği reformların, ECVC’nin yıllardır sürdürdüğü gıda egemenliği mücadelesini ve hedeflediği yapısal dönüşümü sağlamayacağı aşikâr. Hatta bu politikalar çiftçiler için bir tehdit oluşturuyor.

Toplantının ikinci gündem maddesi ise Covid-19 pandemisinin çiftçiler üzerindeki etkisiydi. Pandemi, iklim krizinin önceliğini kaybetmesine neden olurken, çiftçileri de daha fazla sosyal adaletsizliğe itti. Buna sebep olan koşulların başında ise pandemi ile başlayan pazara erişim gibi kısıtlamaların, endüstriyel öncelikleri ön plana çıkarması bulunuyor. Öte yandan pandemi, Türkiye’de de şahit olduğumuz üzere, artan açlık ve yeterli gıdaya erişememe gibi beslenmeye ilişkin sorunları da derinleştirdi. Böylece aslında sağlık, gıda üretimi (tarımsal üretim) ve tüketimi ile biyoçeşitliliği tehdit eden gelişmeler arasındaki ayrılmaz ilişkiyi de göstermiş oldu. Toplantı bu iki gündem maddesine dair görüşlerin paylaşılması ile son buldu.

Çiftçilerin aktarımlarına yerel deneyimimizden bakacak olursak, diyebiliriz ki bugün pandemiyle büyüyen ekonomik sorunlarla birlikte vatandaşın kuru ekmeğe muhtaç hale gelmesini, herhangi bir yerdeki maden şirketine sağlanan imtiyazlardan ayrı düşünemeyiz. Açlık, yeterli gıdaya ulaşamama gibi ülkemizde de artış gösteren sorunlar, gıda sisteminin organizasyonuna içkindir. Çiftçinin toprağa erişememesi, üretim yapacağı toprağının gasp edilmesi, acele kamulaştırma gibi talan politikalarıyla topraklara el konulması, gıda üreticisini de vatandaşların gıdaya erişimini de olumsuz yönde etkilemektedir.

Görünen o ki gıda, tarım alanına yönelik politikalar, reformlar, yasalar dünyanın çoğu yerinde mevcut yapısal sorunları derinleştirmekten başka bir işleve sahip değil. Yine görünen o ki, yapısal sorunlar derinleştikçe, yeterli beslenmenin, toplumsal ve iktisadi bir kriz olarak derinleşmesi de kaçınılmaz. Bunların, ülkemizde bu zaman kadar benimsenen sadakacı bir yaklaşımla çözülemeyeceği de su götürmez bir gerçek. Tüm bunlar, gıda ve tarıma ilişkin toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin ortadan kalkmasını hedefleyen halkın gıda egemenliğinin yaygınlaşması için bir fırsat olarak düşünülmelidir. Dahası bu koşullar, gıda egemenliğini, yerel demokrasi mücadelesinin bir bileşeni ve bir tür yurttaşlık hakkı mücadelesi olarak kamusal taleplere katmamızı mümkün kılıyor.