Pandeminin en dikkat çekici özelliği, Bilim’in daha güçlü bir biçimde farkedilmesi oldu. Uzun zamandır gözden çıkarılmış olsa da, sağlık gibi yaşamsal ihtiyaç nedeniyle Bilim, yeniden en önemli başvuru mercii oldu. Sadece gündelik yaşamın değil, inanç pratiklerinin nasıl-hangi koşullarda yürütülebile(meye)ceği de Bilim Kurulu tavsiyelerine göre belirlendi. İnsanlar giderek daha fazla Bilim Kurulu kararlarını merak eder oldular ve hatta hükümet kararları ile Bilim Kurulu tavsiyeleri arasında ahenk arama isteği giderek güçlü bir sosyal eğilime dönüştü.

Pandemi, Sosyal Bilimlere dair ilgiyi de güncelledi. Sağlık Bakanı ilk kez 7 Nisan’da aralarında Din Sosyoloğu da bulunan bir Toplum Bilimleri Kurulu kurmaya karar verdiklerini söylemişti. Din Sosyoloğuna vurgu olasılıkla, kurulun, toplumu teskin etme işlevine gönderme yapıyordu. Basına yansıdığı kadarıyla Haziran başında ilk toplantısını yapan kurulda Sağlık, Tıp Tarihi, İktisat, İletişim ve Din Sosyolojisi alanından altı uzman yer alıyor.

Pandemi süreciyle sınırlı işlevleri olsa da bu kurulun önemli eksiği afet sosyolojisi uzmanlarının olmayışıdır. Oysa sözkonusu olan bir afet sürecidir ve afet-toplum odaklı akademik birikimin tarihi de yeni değildir. Prince Afet Sosyolojisi analizi yaptığında 20. yüzyılın ilk çeyreğiydi. Sorokin, İnsan ve Musibeti tam da holocost günlerinde yazmıştı. 20 yüzyıl biterken Olson’un politik felaket analizi afet ve politika ilişkisine odaklanmıştı. Bankoff’un bu yüzyılın başında geliştirdiği Afet Kültürü, yerel kültür içinde risk ve afet olgusunun nasıl normalleştirdiğini tartışıyordu. Ulrich Beck’in Risk Toplumu kavramı tam zamanımızın analizidir. Giddens’ın, afetlerin sosyal yapıları tanımayı mümkün kılan doğal laboratuvar olduğu tespiti ise bu bütün bu birikimin bütüncül ifadesi olarak okunabilir. Türkiye’de de bu literatüre özellikle son yıllarda ciddi katkısı olan akademisyenler bulunuyor.

Açıktır ki Koronavirüs, hem afet-toplum ilişkisini konu edinen sosyal bilim birikimine hem de bu vesileyle ortaya çıkan sosyal/siyasal duruma dair yeni söz söylemek için uygun bir ortam yaratmıştır. Zira süreç toplumsal-sınıfsal yapıları ve bireylerin geleceğe dair güven duygusunu sarsmıştır. Kaldı ki koronavirüsten bağımsız neoliberal politikalar doğal çevrenin tahribatını öyle olağanlaşmıştır ki tüm insanlar/canlılar için derin bir güvensizlik ortamı inşa olunmuştur. Bütün bunlar üstüste binince bir kurul oluşturma kaygısından öte Sosyal Bilimlere duyulan ihtiyaç belirleyici hale gelmiştir.

Türkiye için bu ihtiyaç çok daha acil ve önemlidir. Çünkü Türkiye özellikle son yıllarda kamucu işlevleri olan kurumsal yapı ve politikalardan hızla uzaklaşmış ve kriz zamanlarında iktisadi sürekliliği sağlayabilecek dinamiklerden neredeyse mahrum hale gelmiştir. Böyle olduğu için virüsle mücadelede en önemli araç olan izolasyonu bile kısa süreler hariç uygulayamamıştır. Bu koşullarda sadece kitleler değil, sistemin kendisi bile bir tür “hayırseverliğe” sığınmıştır.

Bu nedenle bir ‘kurul’ ile veya değil ama Türkiye’nin siyasal ve toplumsal olarak benzer afet hallerinin üstesinden gelebilmek için hangi iktisadi-siyasal-toplumsal mekanizmaların eksik olduğunu anlayabilecek; somut öneriler geliştirebilecek bir eleştirel yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu bağlamda afet hallerinde toplumu teskin etmek veya politik kararların alınmasına bilimsel zemin sunmak için değil, ülkedeki her bireyin geleceğine dair kendini güvende hissedebileceği bir kamusal sistemin inşası için Sosyal Bilimcilere ve ilgili kurullara iş düşüyor.

Elbette Toplum Bilimleri Kurulu mevcut biçimiyle ‘toplumsal beklenti, istek ve eğilimleri anlamaya yönelik ölçümler’ yapabilir veya ‘kurallara uymanın gerekliliği yönünde toplumsal tavsiyede bulunabilir’ ama mesela yeni ve bir virüs dalgası veya benzer başka bir afet halinde bunun üstesinden nasıl gelinebileceği sorusuyla karşılaştığında bu biçimiyle tümüyle işlevsiz kalabilir. Sorun da çözüm de bu kritik noktada aranmalıdır.